Karar gazetesi yazarı Mustafa Öztürk, “15 Temmuz’dan sonra yine mi eski tas eski hamam…” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Öztürk yazısında 15 Temmuz’a gelinen süreci ele aldı. Geldiğimiz noktayı da değerlendiren Öztürk, “Göründüğü kadarıyla hâlen birçok devlet kurumunda ehliyet ve liyakat yine belli dinî gruplara aidiyetle belirlenmekte, yine birçok devlet kurumu ganimet malı gibi görülmekte ve dolayısıyla sadece belli bir gruba mensup ‘mücahitler’ arasında pay edilmektedir” ifadelerini kullandı.
“FETÖ ELEBAŞLARIYLA AYNI FOTOĞRAF KARESİNDE YER ALMAK, PARLAK İSTİKBAL VE İKBAL DEMEKTİ”
Mustafa Öztürk yazısında şu ifadeleri kullandı:
“15 Temmuz 2016 tarihli ve işgal garantili darbe girişimi Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan darbeler ve darbe teşebbüslerinin en iğrenci idi. Çünkü darbeciler çetesi ilk kez 15 Temmuz gecesi kendi milletine namlu doğrultup kurşun sıkabildi. Bereket versin ki milletin topyekûn direnişiyle bu menfur girişim bertaraf edilebildi. Malum, 15 Temmuz darbe girişiminin ön plandaki tüm failleri FETÖ diye tabir ettiğimiz terör örgütüne mensup idi. Oysa bu örgütün mensupları özellikle dindar-muhafazakâr kitleler nezdinde yıllar yılı baş tacı edilmişti. Çünkü ne de olsa her bir FETÖ mensubu abdestli namazlı, üstelik en sahih ve sağlam cinsinden Sünnî itikatlı idi.
O kadar ki bunlar dinî alanda geleneğe aykırı görüş ve yorumlardan hiç hazzetmezlerdi. Bu yüzden de Yeni Ümit gibi İlahiyat dergilerinde Türkiye’deki dindar-muhafazakâr çevrelerin hâlen itibar ettikleri birçok İlahiyat hocasına tarihselcilik gibi sapkın(!) düşünceleri İslam düşmanı ilan eden yazılar yazdırmayı ve bu konuda özel sayı yayımlamayı dinî bir vecibe addederlerdi. Yine bunlar Abant Platformu diye bilinen organizasyonlar düzenler ve bu organizasyondaki toplantılara bugün FETÖ’ye nefret kusan birçok tanınmış entelektüel figür de bayıla bayıla iştirak ederdi. Keza Gazeteciler Yazarlar Vakfı marifetiyle gerçekleştirilen bir Mabeyn toplantıları da vardı ki dindar-muhafazakâr camiaya mensup hatırlı zevatın hemen her biri bu toplantıya davet edilmek için adeta can atıverirdi. Çünkü 15 Temmuz’dan önceki zamanlarda/yıllarda FETÖ elebaşlarıyla aynı fotoğraf karesinde yer almak, parlak istikbal ve ikbal demekti. Mesela, akademik camiada sözgelimi profesörseniz, bir üniversiteye rektör veya fakülteye dekan olmak yahut en azından istediğiniz akademik kuruma tereyağından kıl çeker gibi naklinizi aldırmak demekti.”
“EHLİYET VE LİYAKAT YİNE BELLİ DİNÎ GRUPLARA AİDİYETLE BELİRLENMEKTE”
Karar yazarı Mustafa Öztürk yazısını şu satırlarla sürdürdü:
“İşte o zamanlar, sonradan her biri FETÖ’nün önde gelen bir mensubu olarak kodlanacak kimselerle dirsek temasında bulunup onlara yalakalık yapmak, ehliyet ve liyakat sahibi olmakla eşdeğerdi. Dahası, devlet kurumlarında önemli bir pozisyona gelmek istediğinizde işbu liyakat ve ehliyet(!) vasfınız kâfi idi. Nitekim Anadolu’nun dört bir köşesinde yeni açılan İlahiyat fakültelerine kurucu dekan olarak atanan birçok isim 15 Temmuz’dan sonra FETÖ müseccel markasıyla kodlanan ehliyet ve liyakat(!) vasfına sahipti. Gerçek kimliklerini gizleme konusunda hiç kimsenin ellerine su dökemeyeceği bilinen FETÖ, Türkiye sathında genel kabul gören dinî anlayışın Sünnî geleneği fetişleştirmekle eşdeğer olduğunu çok iyi bildiğinden, işbu takiyyeci kimlikle yönetici iradenin/idarenin gözüne girmeyi ve böylece birçok İlahiyat fakültesini parsellemeyi becerebildi. Ne var ki 15 Temmuz’dan sonra karşılaşılan sorun, taşın içinde pirinç ayıklamaktan farksız idi.
İşte bu durumda ‘Demek ki neymiş…’ diye başlayıp, ‘devlet katında ve kurumlarında ehliyet ve liyakat ölçütünün belli bir dinî kimliğe yahut belli bir dinî gruba aidiyete bağlanması durumunda taşın içinde pirinç aramak zorunda kalınırmış’ diye noktalamak gerekir. Ancak biz burada ne söylersek söyleyelim, ne yazık ki mevcut durum yine ‘eski tas eski hamam, aynen yola devam’ şeklindedir. Göründüğü kadarıyla hâlen birçok devlet kurumunda ehliyet ve liyakat yine belli dinî gruplara aidiyetle belirlenmekte, yine birçok devlet kurumu ganimet malı gibi görülmekte ve dolayısıyla sadece belli bir gruba mensup ‘mücahitler’ arasında pay edilmektedir.”
“BİR DİNÎ GRUBUN DEVLETE VE TÜM MİLLETE AİT KURUMLARDA KOLONİ KURUP FEODAL BEYLİKLER GİBİ İCRAATA SOYUNMASINA İTİRAZ ETMEK HEM HAKKIMIZ HEM HADDİMİZDİR”
Karar yazarı yazısını şöyle noktaladı:
“Ben bütün bunları tüm hayatı boyunca FETÖ denen yapıyla hiçbir fikrî ve fiilî ilişki kurmamış, buna mukabil 1980’li yılların ilk yarısında İskender Paşa - şimdilerde Hakyol Cemaati diye anılıyor, sanırım- cemaati içinde bulunmuş ve fakat bu cemaatle ilişkisini evradından efradına varıncaya kadar hep kendi özelinde tutmuş biri olarak yazıyorum.
Bir Müslüman dinî-ahlâkî yaşantısına kıvam kazandırmak niyetiyle belli bir dinî grup veya cemaate intisap edebilir. Gerçi oldum olası benim cemaatim hep tek kişiden müteşekkildir; fakat bilindik manada cemaate intisap ne benim ne de başka bir Allah kulunun müdahil olup engel koyabileceği bir tercih değildir. Dahası, kimin hangi cemaate intisap ettiği bizi ilgilendiren bir mesele değildir. Kişi kendine iyi geldiği düşüncesiyle istediği mahfile intisap edebilir ve dinî tecrübesini o mahfilde dilediği gibi yaşayabilir. Allah’ın yetkisindeki işleri uhdemize almak ve Allah adına vekil-i umur edasıyla konuşmak ne hakkımız ne de haddimizdir.
Buna mukabil belli bir dinî grubun devlete ve tüm millete ait kurumlarda koloni kurup feodal beylikler gibi icraata soyunmasına itiraz etmek hem hakkımız hem haddimizdir. FETÖ tecrübesinden ve 15 Temmuz darbe girişiminden gereken dersi çıkarmamızın lüzumu konusunda bir kez daha ikazda bulunmak da yine hem hakkımız hem haddimiz ve hem de vatan evladı olarak vazifemizdir.”