DÜNYA GÜLTEKİN
Özen kitabına ilişkin soruları yanıtladı:
Neden böyle bir kitabı yazma gereği duydunuz?
2000 yılında avukat oldum. Bir süre serbest avukatlık yaptıktan sonra İstanbul Barosunda Adli Yardım ve CMK Servislerinde sorumlu avukat olarak çalıştım. Son 13 yıldır baronun vekilliğini ve hukuk müşavirliği görevini yürütüyorum. Görev müddetimce hukuk, yargı, avukatlık ve baroyla ilgili pek çok makale ve kitap yazdım. Avukatlık hukukuna ilişkin yazdığım kitaplardan sonra baronun tarihini kaleme aldım. Kaynak ve arşiv kayıtları sınırlı da olsa, baronun hukuk ve demokrasi yolunda önemli ve onurlu bir mücadelesi vardı. Sadece bunun derlenip kaleme alınması gerekirdi. Ben de buradan edindiğim bilgi ve deneyimleri mesleğe ve baroya sunmada kendimi vazifeli hissettim.
Kitap, bir Osmanlı barosu olarak 1878 yılında kurulan İstanbul Barosu’nun günümüze kadar insan hakları, hukuk ve demokrasi mücadelesini konu alıyor. Dolayısıyla ülkenin siyasi tarihinin izdüşümü. Hatırladığımız olayların yanı sıra, bilinmeyen tarihe de ışık tutuyor. İstanbul Barosu’nun toplumsal olayların bu denli içinde bulunması nasıl değerlendirilmelidir?
Baro yalnız avukatların mesleki sorunlarıyla ilgilenen meslek örgütü değildir. En yüce değer olan hakkı tesis etme yolunda yargısal görev yapan avukatın meslek teşekkülü olması nedeniyle hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmak, korumak ve bu kavramlara işlerlik kazandırmakla da görevlidir. Bu yönüyle toplumun avukatlığını da üstlenir. Özgürlüklerin kısıtlanması avukatı doğrudan ilgilendirir. Hukukun egemen olmadığı bir toplumda, gerçek manada avukatlık da yapılamaz. Savunma hakkı tam olarak kullanılamaz ise avukatın saygınlığı gider. Dolayısıyla hukukun üstünlüğü ve demokrasi savunulurken avukatlık da savunulmuş olmaktadır. Hukuk devletinin egemen kılınması yolunda baroların mücadelesi dar anlamda siyaset olarak değerlendirilemez. Aksi durum baroların varlık nedenlerinin sorgulanması olur.
1975 yılında kurulan Çağdaş Avukatlar Grubu’nun (ÇAG) darbe sonrası iki dönem haricinde ayrışmaları ve bölünmelerine rağmen son 42 yıldır baro yönetiminde olması, sanırım baronun kendini konumlandırmasında önemli bir etken. Bu kapsamda baroyu eylemdeki işçilerin yanında, 1 Mayıs’ta alanlarda, yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti için eylemlerde, cezaevi olaylarında, Tecride ve F Tipi Cezaevine karşı çıkarken, çevre mücadelesinde, depremlerde, hızlı tren kazalarında, insanlığa karşı şiddetin karşısında, Körfez Savaşı ve Gazze saldırılarına karşı yürüyüşte, hak aramanın yanında, hukuka aykırılıklarla mücadelede görüyoruz.
ÇAG kurulduğu zamanki seçim bildirgesinde demokratik hak ve özgürlüklerin korunup geliştirilmesi, bu yolda tüm antidemokratik engellerin kaldırılması, hukukun üstünlüğünün egemen kılınması, Anayasa’nın özüne aykırı mevzuat ve uygulamaların kaldırılması gerektiğini belirtilerek; bu kapsamda DGM’lere karşı olduğu, savunmayı kısıtlayan, temel hak ve özgürlüklere aykırı mevzuat ve uygulamaların sonlandırılması gerektiğini söylüyordu.
Bu kapsamda da mücadelesini verdi. Daha sonra ifade hürriyetini kısıtlayan TCK’nın 141, 142 ve 163. maddelerinin, temel hak ve hürriyetleri kısıtlayan OHAL ve KHK’ların, adil yargılamayı kısıtlayan özel yetkili mahkemelerin kaldırılması için uğraştı.
Tabii bu durum darbe döneminde baronun kapatılması, başkan ve yönetimlerinin soruşturulup yargılanması ve günümüzde de aynı ilde ikinci baronun kurulması sonucunu doğurdu.
İstanbul Barosu, mensubu olan avukatlar marifetiyle toplumsal gelişme ve demokratikleşme için haksız ve adaletsiz düzenin karşısında, ezilen ve sömürülenin yanında etkinliğini daha da arttırdı. Bunun karşısında her dönem iktidarların hedefi haline geldi. Darbe döneminde kapatılarak kapısı mühürlendi. Faaliyetleri, başkan ve yöneticileri soruşturulup yargılandı.
12 Eylül darbesi, onun yönetimi ve Sıkıyönetim Mahkemeleri, başkan Av. Orhan Adli Apaydın’ı cezaevine atarak hastalanmasına, sevk zinciri ve prangaya karşı çıkması nedeniyle tedavi olmasına dahi müsaade etmeyerek ölmesine neden oldu.
Barolar, Avukatlık Kanununda düzenleme yapılmak suretiyle etkisiz kılınmakla tehdit edildi. FETÖ ve benzeri hukuk devletine kastetmiş anlayışlar doğrudan baroyu hedef aldılar. “Darbeci baro” diyerek önünde eylem yaptılar. Baronun yürüyüşlerinde binalardan afişler sarkıttılar. Daha sonra bunu diyenler darbeci çıktı.
Baroya sızma girişiminde bulundular. Olmadı, siyasi uzantıları ve yargısı marifetiyle baroyu hedef gösterdiler. Suçladılar. Yargıladılar. Görevden almaya çalıştılar.
Günümüzde ikinci barolar kuruldu. O da gerçeğin yerine geçemediği için tenkit edildi.
Oysa hukuk ve demokrasi adına mücadele eden baronun güçlendirilmesi gerekiyordu.
Bir ülkede barolara müdahale edilmeye başlanmışsa, hukuk devletinin son kalesi yıkılmış, kimsenin hukuk güvenliği kalmamış demektir.
Kitapta yoğun iş yükü altındaki yargı sistemini, alt yapı sorunu yaşayan adliyeleri ve buna bağlı avukatlığın sorunlarını her dönemin değişmez problemleri olarak görüyoruz. Bunun çözümlenmesi çok mu zor?
Hiç de zor değil. Çözebilmek için öncelikli olarak irade gerekir. Sorunları, yargının unsurlarıyla birlikte çözebilirsiniz. Avukatın, yargının kurucu unsuru olduğu sadece bir kanun maddesi... Avukat ve meslek kuruluşu olan barolar yargının unsuru olarak görülmüyor.
Kitapta avukatlık ve İstanbul Barosu’nun tarihiyle ilgili pek çok olaya, ülkenin demokrasi ve hukuk tarihinde baronun aldığı tavra şahit oluyoruz. Kitapta dönemi anlatan fotoğraflar da mevcut. Hukukçu olmayanların da rahatça anlayabileceği bir dille yazılan kitap, ülkenin hukuk ve siyasi tarihine ışık tutması yönünden tarihi bir belge olarak yerini alacaktır.