BIST 100 9.550 DOLAR 34,54 EURO 35,98 ALTIN 3.005,08
17° İstanbul
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyon
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkari
  • Hatay
  • Isparta
  • İçel
  • İstanbul
  • İzmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce

Savaşmadan kazanılmaz

Bu sefer, sandığa kim daha fazla seçmen götürürse o kazanacak. Tek 1 oy fazla almak yetiyor.

“Savaş” sözcüğü, ille de topla tüfekle verilen bir mücadele ya da insanların birbirinin canını almayı hedeflediği bir eylem anlamında kullanılmaz. İnsanların ya da toplumların kaderini, hatta bir küçük topluluğun veya bireyin kaderini önemli ölçüde etkilemesi muhtemel bir sonuç için mutlaka sıkı bir savaş vermek gerekebilir.

Türkiye bu anlamda önemli bir savaşa sahne olmaktadır.

Geçen 21 yılın İslamcı – Faşist yönetim anlayışı ve son 6 yılın “Tek adam rejiminin” ülkemizi getirdiği noktada, bu zihniyetin yenilmesi ve toplumun en azından şimdilik geçici de olsa bir nefes alabilmesi için, 14 Mayıs ve 28 Mayıs’taki iki aşamalı seçim, tarihi bir dönüşüm mücadelesi, daha doğrusu bir değişim ihtiyacından kaynaklı sıkı bir savaştır.

Savaşın tarafları, statükonun (ne hazin değil mi? Bugünkü muktedirler, statükoya karşıyız savı ile gelmişlerdi) devamını isteyen ve “kaybedecekleri çok şey olan” bir kitle ile, statükoyu kırıp özgürlüklerin önünü açacak, ekonomik ve sosyal sıkıntıların giderilmesine çalışacak bir programı savunanlardır.

İkinci tarafta olanlar ise, seçimin ilk turunda muktediri önemli ölçüde geriletmiş, olağanüstü iktidar gücüne karşın, ilk turda “Şahsım”ın seçimi istediği gibi kazanabilmesini önlemiş, iktidar partisinin oylarının azalmasını sağlamış ve seçimi ikinci tura taşımıştır.

Bundan sonraki aşama, ilk turda yapılan hatalardan ders çıkararak ikinci turda demokrasiden yana ve faşizme karşı tüm güçleri aynı bayrak altında toplayıp tayin edici çoğunluğu sağlayabilmektir.

Unutmayın. Bu aşamada, “seçmen sayısının yüzde 50’si artı 1 oy GEREKMİYOR”. Sadece “ötekinden 1 oy fazla” almak YETİYOR.

Tam da bu yüzden, muhalif cephenin işi sanıldığı kadar da güç değil. “Muktedirden 1 oy fazlası” ile, o büyük ve özlenen hedefe ulaşmak mümkün.

“Bahar Müjdecisi” Kemal Kılıçdaroğlu’nun ilk turda “Birinci” sırada çıkamamış olmasından kaynaklanan hayal kırıklığının, bir yılgınlığa ya da yaygın bir küskünlüğe dönüştüğünü gözlemliyoruz. En azından ben sosyal medyada okuduklarımdan, sokakta, çarşıda pazarda, metroda otobüste, girip çıktığım her yerde bunu- (şahsen) bire bir gözlemlerimle söyleyebilirim.

Genel ve yaygın ifade şu:

“Abi o kadar uğraştık o kadar didindik anlatmak için. Ama bu millet, gitti yine oyunu bu adamlara (bu adama) verdi. Demek ki bu millet için uğraşmaya değmezmiş. Ne halleri varsa görsünler. Bu millet daha iyi bir yönetime kendini layık görmüyor. Hele şu deprem bölgesindeki insanlar? Bunca yıkım, kayıp, kötülük ve bunca ihmale rağmen muktediri ödüllendirmelerine ne demeli? Yok abi. Benden paso!.. Hayata bir defa geliyorum. Bundan sonra kılımı kıpırdatmam bu millet için. Lanet olsun!..”

Yukarıya tırnak içinde yazdıklarıma belki 1000 farklı ifade ve buraya yazamadığım 1500 farklı küfür ve beddua ekleyebilirim.

Ama, hepsinin ortak cevabını net biçimde vermeliyim:

“Asla yılgınlık ve küskünlüğe hakkımız yok. Asla gardımızı düşürmeye ve mücadeleden vazgeçmeye hakkımız yok.”

Neden mi?

Bu ülkede yukarıdaki paragraflarda sözünü ettiğim mücadeleyi kişisel “ikbal ve rahatlama” uğruna mı veriyoruz ey benim Necip Milletim? Bu ülkenin daha iyi, daha özgür, daha yaşanılabilir bir ülke olması bizim “şahsi” meselemiz mi? Bunu, kimliğini ve pasaportunu taşıdığımız bu vatan için yapmıyor muyuz? Bunu geleceğimiz, çocuklarımız ve torunlarımız için yapmıyor muyduk? Yapmamız gerekmez mi?

Bugüne kadar kaç seçim, kaç referandum yitirdik. Ama kaç tanesini de kararlı mücadelemiz sonucunda kazandık.

Mart ve Haziran 2019 İstanbul-Ankara seçimini ve tekrarlanan (İstanbul) seçimde, aynı bugünkü muktedir ve ceberut zihniyete verdiğimiz kararlı yanıtı hatırlayın. Az bir başarı mıydı o kazandığımız? O gün de aynı baskılara, aynı engellemelere, aynı zorluklara göğüs germedik mi? Cevabımız tarihe geçecek oranda görkemli değil miydi?

O halde bunu yine başaramamak için bir gerekçe var mı?

Unutmayın, aynı İBB – İmamoğlu seçiminde olduğu gibi, artık 14 Mayıs’tan farklı olarak, değişik partilerin kendi listeleri ve adayları için mücadele ettikleri kendi bayraklarını ve amblemlerini savundukları bir seçim olmayacak 28 Mayıs.

Tek bir hedef ve amaç var:

RTE’yi seçtirmemek ve Kılıçdaroğlu’na 1 oy, sadece ve sadece 1 oy fazla çıkmasını sağlamak. 1 tek oy fazla çıkarsak yetiyor.

Bu kadar basit.

Basit ama bir o kadar zor, ancak sonuçta kazandığımızda bir hayli “onurlu ve kutsal bir zafer” anlamına geliyor. Değmez mi sizce?

Karşılığında ne kazanacağımızı ve ne kutlayacağımızı anlatmaya bile gerek yok.

Yapılacak şey şu:

Önümüzdeki şu 12 günlük süreyi iyi değerlendirip, var gücümüzle çalışmak. Ama daha da önemlisi seçim günü oy kullanılırken, ardından bu oyların sayımı ve tasnifinde daha da güçlü savaşmak.

14 Mayıs günü ve gecesi yaşananlardan ders çıkarmak. Oy kullanılırken gözümüzü sandık ve kabinlerden, pusulalardan, zarflardan ayırmamak. En ufak bir çakallığa izin vermemek için var gücümüzle savaşmak. Sayımda ve tasnifte canımızı dişimize takarak oylara sahip çıkmak. 1 tek oyun bile “namus” olduğunu unutmamak. Sandık başlarında “Abi bizim örgütten bir sandviç bir tost bile gelmedi. Bak ötekiler ne güzel besliyorlar adamlarını” gibi bence pek ahlaklı saymadığım ağlaşmaları o günlüğüne terketmek. Gerekirse sigara molasına bile çıkmamak.

Yapılacak her tür manipülasyona karşı durmak. Sokakta, sandık başlarında, medyada, TV ekranlarında yapacakları her türlü hileye ve çirkinliğe karşı parti ayrımı yapmaksızın örgüt ayrımı yapmaksızın güçlerimizi birleştirmek.

Partilerin kendi içlerindeki küskünlük ve kırgınlıkların hesaplaşmasını ötelemek. O hesaplaşmaları daha sonraya bırakmak. Karartılmış 21 yılımızın, aydınlık bir geleceğe dönüşmesinden daha mı önemli bu iç kavgalar, şahsi hesaplaşmalar? İyi düşünün.

Siyasi partilerin içinde öteden beri devam eden grupsal, hizipsel kavgaların listelerde yer kapma çekişmesi ile yepyeni ve keskin bir boyuta ulaştığını herkes biliyor. Peki ama, bu mudur bugün odaklanmanız gereken şey?

Unutmayın. Kazanacağımız şey geleceğimizdir.

Bir iki kelam da, şu meşhur, “Muhalefet güzel şeyler söylüyor. Ama bunu seçmene anlatmakta başarısız...” Kısmen doğru ama tamamen doğru olmayan bir arguman bu..

Daha ne yapsın muhalefet?

Her tarafta anlattı bunu. Dağa taşa yazdı, medyada anlattı, sosyal medyada duvardan duvara iletti. Daha ne yapacaktı?

İktidarın elindeki muazzam medya gücünü ve her türlü baskı ile toplumun yüreklerinde yerleştirdiği korku duvarlarını bu kadar kısa sürede aşmak bence ancak bu kadar mümkündü. Hepimiz biliyoruz, kendimizi kandırmayalım. Her kesim “Kendi medyasını” izliyor. Herkesin evine tek tek girip, muhalefetin sesinin yükseldiği TV kanallarını zorla dinletecek halimiz yok ki? Çarşıda sokakta pazarda meydanlarda muhalefet liderleri de toplumun her kesimine hitap etmediler mi? İktidarın “kaleleri” sayılan yerlerde bile kapı kapı dolaşmadılar mı? Hatta, oralarda gördükleri ilgiye hep birlikte şaşırmadık mı?

Daha ne yapacaklardı?

Ben bu anlamdaki yetersizliklerin zaten 12 günde aşılabileceğine inanmadığım gibi, yüzde 100 yetersiz kalındığı savına da (en azından bu seçimde) katılmıyorum.

Bir de, seçim gecesi yaşanan yolsuzluk ve hilelerin boyutu konusunda tam bir fikir sahibi olmadığımıza inanıyorum.

Şöyle kaba bir hesap yapın. 190,000 küsur sandık var. Her sandıkta yaklaşık 300 civarında seçmen oy kullandı. Bunların 30’da biri yani her sandıkta 10 oyda (bazılarında daha çok) hile ve yolsuzluk yapılmış olsa (ki yapıldığına dair yaygın – kanıtlara dayalı iddialar var) yuvarlak hesapla 60,000,000 küsur oyun 30’da biri yani 2,000,000 civarında oy yapar.

Bu da Kılıçdaroğlu’nun ilk turda geride kaldığı oy sayısına neredeyse tekabül ediyor.

Bu sefer bu kadar oy bile gerekmiyor. “Ötekinden 1 oy fazla” hesabını hatırlatayım. Bu kadar net. Bu amaçla sandığa mutlaka gitmek, herkesi götürmek, katılımı en yüksek oranda tutmak şart.

Sandığa kim daha fazla insan götürürse o kazanacak. Bu kadar net.

O halde, kol kola, el ele, gönül gönüle bu mücadeleye ara vermeden devam. Kazanmamak için tek neden “ihmal, boşvermişlik ve yılgınlık” olabilir. Bu hastalıktan hızla arınmalıyız.

Kazanılacak koskoca bir gelecek var.

Tek bir saniye bile boş geçirmeden saflara...

Barikatlara.

Biz solcular, her yenilgiden desler çıkararak bir sonraki kavgaya odaklanmanın kültürü ile yetiştik.

Ve unutmayın.

Bizler, her yenilgide tekrar ayağa kalkar, üzerimizdeki tozu toprağı silkeler yola devam ederiz.

Ama diktatörlerin sadece bir kez “düşmesi” yeter.

Onların ayağa kalktığı, tarihte görülmemiştir.

Formül belli.

“Bahar”ın formülü belli.

Sandığa kim daha fazla seçmen götürebilir ve oylarına sahip çıkarsa o kazanacak.

Daha nasıl anlatayım?

Mesele “Bahar”ı gerçekten isteyip istemediğimiz.