Tarihçi Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından hazırlatılan tarih, kültür, sanat ve medeniyet dergisi “Dârülmülk Konya”ya verdiği röportajında Hz. Mevlana’ya, onu anmak ve anlamaya yönelik çok çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Kısa bir süre önce hayatını kaybeden Prof. Dr. Mustafa Sabri Küçükaşcı’nın vefatından hemen önce kaleme aldığı röportajda Hz. Mevlana’nın neden daha çok Batılılara hitap ettiği sorusunu yanıtlayan Prof. Dr. Kılıç, "Mum dibine ışık vermez" diye bir söz var. Mevlâna bir zamanlar bizi aydınlatıyordu. Şimdi bizim alış kanallarımız kirlendiği ve tıkandığı için bizi değil diğerlerini aydınlatıyorlar, problem bizdedir, algımızdadır. Bazısı diyor ki Mevlânâ hep batılılara çalışıyor, bize niye çalışmıyor? Mevlânâ için Doğu Batı, Kuzey Güney fark etmez, senin bir kulak doktoruna gidip kulaklarını temizletmen lazım 'Bişnev' sesini duyabilesin” ifadelerini kullandı.
MEVLEVİLİK SADECE SEMÂ TÖRENİ DEĞİLDİR
Kılıç, “Hz. Mevlânâ'nın vuslatının 750 yılı vesilesiyle bu sene Mevlana Yılı ilân edildi. Hz. Mevlâna yılını değerlendirmek için ne önerirdiniz hocam?” sorusunu ise, “Ben, Mahmud Erol Kılıç olarak, Mevlânâ'nın Moğollara yaklaşımı gibi bir yaklaşım sahibiyimdir. Bu ihtifallerle bir şey olmayacağını bilen biriyim ama bunlar hiçbir şey yapmamaktan evlâdır. Mevlânâ kendi hayatında bile iki veya üç kere sema etmiş birisidir. Mevlevilik sadece semâ töreni değildir, Mevleviliğin bir felsefesi, bir düşüncesi vardır. Mesnevi dersleri, Mesnevî şerhi vardır. Mûsikî vardır. Birçok konusu vardır Mevleviliğin. Çile vardır, çilenin felsefesi vardır. Matbah eğitimi vardır, matbahtan geçiş vardır. Mevlevilik ve Mevlânâ deyince anlatılacak çok şey vardır. Mevlânâ'nın düşünceleri üzerine uzun uzun Şerhler yapmak lazımdır. Bugün kuantum fizikçileri, sicim teorisyenleri, Mevlânâ'nın "Evrende her nesne birbirine görünmez bir sicimle bağlıdır", beytinin üzerinde çalışmalar yaparak bu görüşe vardıklarını söylüyorlar. Biz de Mevlânâ'nın görüşlerinden yola çıkarak bazı bilimsel gelişmeler gerçekleştirmemiz lazım.
Ondan ziyade, biz Türkler olarak sema törenlerini çok öne çıkarmışız. Karşı değilim. Ancak çeşitlendirmek iyi olur derim. Meselâ İran'da bir müddet yaşamıştım. Orada duvar yazıları, grafiti ile bile Mevlânâ'dan sözler yazılır. İlkokul, anaokulu, ortaokul ve lise düzeyindeki ders kitaplarına Mevlânâ eklenir, kompozisyon yarışmaları yaptırılır, ondan seçilmiş beyitler verilir. Çocuklara, beyitler üzerine yorum yapmaları istenebilir. Mevlânâ felsefesini daha da içselleştirmeliyiz ki toplumsal barışı sağlayalım. Bugün Mevlânâ Türkiye'de, üç beş kişinin evinde bir biblodan ibarettir. Mevlânâ'nın felsefesi toplumumuza intikal etmiş değildir: Hala kırıcıyız! Hala birbirimizle kavga ediyoruz. Güya en hoşgörülü olması gereken insanlar bile birbirinin kuyusunu kazıyor. Ama Mevlânâ'yı okusaydık, ne diyordu; "Ma-bera-yı vasl kerden amedim/Ne bera-yı fasl kerden amedim": Birleştirmeye geldik, ayırmaya değil. Bu görüşleri eğitim programımıza almamız lazımdır. Yunus Emre'yi İlahiyat eğitim formatına dahil etmemiz lazımdır. Bugün, Hz. Mevlânâ mezarından kalksa gelse, Ankara'da Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan içeri alınmaz! Bu, çok ama çok önemli bir noktadır.
NEDEN MEVLÂNÂ'YI ANLATAN BİR CUMA HUTBEMİZ BİLE YOK
Birçok yerde söyledim, yazdım, tekrarlıyorum. Her sene 17. Aralık geldiğinde Mevlânâ'yı anlatan bir cuma hutbemiz bile yoktur. O zaman Mevlânâ'yı turistik bir meta olarak kullanmaya devam ediyoruz demektir. Tekrar söylüyorum, ben ona da razıyım, hiç yoktan iyidir. Suyunun suyu bile bir şeyler getirir. Ama gönül isterdi ki en idealini, en güzelini yapalım…”