Koç Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Çarkoğlu, Türkiye’de içki yasağı, yolsuzluk, yoksulluk, aşırı kutuplaşma, koronavirüs ile mücadele tartışmalarıyla ilgili önemli değerlendirmelerde bulundu.
Çarkoğlu, " Seçmen öncelikle pandemi sorunları nedeniyle iktidar ittifakını cezalandırma eğiliminde olacaktır. Bunun farkında olan iktidar ittifakı hassas köşelerden gollük bir pozisyon yaratma gayreti içerisinde" dedi.
Cumhuriyet'ten İpek Özbey'e konuşan Prof. Dr. Çarkoğlu'nun yanıtları ve değerlendirmeleri şöyle:
- Çok kısa sürede yaşadıklarımız... Ucuz ekmek için Halk Ekmek büfelerinde kuyruklar oluşturan halkın ekmeğine göz dikildi... Bir bakanın kendi şirketinden bakanlığına dezenfektan sattığı ortaya çıktı... yasal düzenleme yapılmadığı için binlerce kişi kripto şirketlerine para kaptırdı... Millet ölüsünü gömemezken tarikatlar devlet yetkilileriyle “lebaleb” cenaze törenleri düzenledi... Ülke MB’nin buharlaşan 128 milyar dolarının peşine düştü... ve sonunda: İnsanlar devletin gri pasaportu ve belediyeler marifetiyle ülkeden kaçtı! Dünyada eşi benzeri olmayan bu manzaranın yorumunu yapar mısınız?
Ben tüm bu resme her zaman öncelikle bir sonraki seçimde tercihlerin nasıl şekillebileceği açısından bakıyorum. Bu moral bozucu listeyi daha da uzatabiliriz. Gazete sayfalarında kaybolup giden intihar haberlerinin altında kısaca ekonomik zorluklar yazıyor. Her gün pandemiye üç yüzü aşkın can kaybediyoruz ama hâlâ kapanamıyoruz. Aşı var deniyor ama salgının önü kesilemiyor. Kapanamıyoruz, çünkü kapanırsak ekonominin çarkları da duracak. İnsanlar aşısız, toplu taşıma ile işe gidiyor. Dünya Bankası sanırım raporladı ki Türkiye pandemi nedeniyle milli gelirin sadece yüzde 2.5 gibi bir oranını gelir desteği olarak sağlayabildi bugüne dek. Batı demokrasilerinin çoğunda bu oran üç dört kat daha yüksek. Ülkenin ihtiyacı olan doğrudan gelir yardımı iken bunun geniş ihtiyaç duyan kitlelere verilemediği ortada. Bu gelişmeler karşısında kitlelerin yönetime dair algılarının olumlu olmasını beklemek mümkün değil.
Elbette Türkiye gitgide kutuplaşmış ve bir tarafın dediğine öbür tarafın hiç inanmadığı bir ortamdayız. Bu bölünmüşlüğe ve haber kanalları üzerindeki hâkimiyetinize güvenerek olumsuz tablonun sandığa yansımayacağını düşünebilirsiniz. Hatta daha da garantili bir strateji izleyerek bu resmi bir tarafa bıraktıracak konuları gündemde öne çıkarmaya da gayret edebilirsiniz. Ülkede kaşınabilecek iç ve dış siyaset konusundan bol bir şey yok. Ayasofya’nın ibadete açılması, hilafet talepleri, Doğu Akdeniz’deki sürtüşmeler, Azerbeycan-Ermenistan çatışması, Suriye ve Irak’taki operasyonlar, Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör ataması ve sonrasındaki gelişmeler, HDP’nin kapatılma girişimi gibi konular ile gündemi kutuplaştırıvermek mümkün. Ve bu da seçmen tabanınızı belki ayakta tutabilir.
- Ama…
Ama temel soru bu karmaşa içinde bile çok net karşımızda bence: Tüm bu Türkiye hassasiyetleri ve kutuplaştırıcı söylem, yönetimin performans değerlendirmelerini ileriye dönük olarak rakiplerinden yukarı taşıyabilecek midir? Gelecek, elbette temel olarak belirsizdir. Yeni bir pandemi bir daha onyıllar sonra karşımıza çıkabilir. Ama bu pandemi süresince nasıl bir yönetim performansı gerçekleşmiştir? Buna verilen cevaplar gelecekteki benzer krizler için bize bir fikir elbette veriyor olmalı. Merkez Bankası’nın nasıl yönetilmekte olduğu da bu soruya verilen cevaplarda yerini bulmaktadır; kripto para piyasalarından bakanlıklara değişik yolsuzluklar, insan ve uyuşturucu ticaretinin nasıl alenen devam etmekte olduğu, gelecekte nasıl bir performans gözlenebileceğine dair fikir verebilir. İşbaşındaki yönetimlerin performansı gözlenebilir ve bunlar geleceğe dair çıkarımlar için kullanılabilirken muhalefet partileri için benzer bir çıkarım yapacak elimizde pek bilgi yok. Bugün mevcut partilerin ve onların liderlerinin geleceği kestirmek amacıyla kullanılabilecek geçmiş performansları yok. Bu nedenle muhalefetin yerel yönetim performansları önem kazanıyor. Yerel yönetimlerin pandemi döneminde halkla yakın irtibatta olmasının ve onların beklentilerini karşılama potansiyellerinin kısıtlanmaya çalışılmasının da temel nedeni bu olsa gerek. Çünkü sonuç olarak, iktidar ve muhalefete dair olumsuz ya da olumlu kanaatler yerleştiğinde bunları seçim kampanyasında değiştirmek pek mümkün değildir.
- Bugün en çok tartışılan konulardan biri tam kapanmayla birlikte gelen alkol yasakları oldu. Toplumun büyük bir kesimi bunu “yaşam tarzına müdahale” olarak gördü, içki reyonları boşaldı. Size göre yaşam tarzına müdahale miydi?
Bu konu da Türkiye’nin hassas konularından biri maalesef. Bu yasağın pandemi kapanmasıyla bağını göremiyorum ve bu nedenle de doğrudan bir yaşam tarzına müdahale gibi görünüyor bana da. Ancak kişisel görüşlerimizi bir yana bırakmaya gayret ederek bu yasağın siyaseten niye önemli olduğuna bakmamız gerekir. Yasağın hukuki temellerinin sağlam olmadığı zaten dile getiriliyor. Ben o konuya girmek istemem. Ancak siyaseten bu getirilen yasağın yine toplumun hassas sinir uçlarına dokunduğu da açıktır. Eskiden bu konular daha sık gündeme gelirdi sanki. Ramazan ayında sokakta su içen, bir şeyler yiyenlerin Anadolu’nun çeşitli yerlerinde halkın kendilerine karşı şiddet içeren tepkisiyle karşılaştıklarını sık sık okurduk gazetelerde. Şimdi bu tür alarmist yayınlar pek görünmüyor sanki. Belki bu tür olaylar artık olmamaktadır. Belki de önemli bir değişiklik olmasa da pratikte bu olaylar basına yansımamaktadır. Halkın ramazanda yaşam pratiğinin birkaç yıl içerisinde önemli bir değişime uğrayacağını düşünmüyorum. Yaz dönemi ile kış dönemi ramazanlarında farklı pratikler olması yüksek olasılıktır. Bilhassa çalışan kırsal kesimde oruç pratiğinin yaz aylarında nasıl farklılaştığını aslında elimizdeki veriler ışığında gözleyemiyoruz. Ramazan ayında pandemi kapanması bağlamında içki satış yasağına geniş kitlesel bir tepki gelmesini beklememek gerekir. Muhalefetin bu tür hassas konulara dair tartışmalara kendini kaptırması temel büyük resmin göz ardı edilmesi sonucunu doğurabilir.
- Büyük resim ne diyor?
Muhafazakâr seçmene “Ramazan ayında içki satışını yasaklayamazsınız çünkü bu benim yaşam tarzıma müdahaledir” derseniz anlayışla karşılanacağınızı beklememek gerekir. Türkiye’nin toplumsal yapısı içki yasağı talep etmiş değilse bile “bu yasağı ramazan ayında bile olsak kaldırın” dendiğinde önemli bir kesim de yasağın yanında yer alacaktır diye tahmin ediyorum. Pratik olarak bu yasak işleyecek midir, göreceğiz. Beklenen sonucu, yani içki tüketimini düşürecek midir? Hiç sanmıyorum. Dolayısıyla bu yasak başarılı olmuş ya da olacak bir politika tercihi değilmiş gibi görünüyor.
- Öyleyse bu yasak tercihi niye?
Yapılmıştır çünkü yine hassas sinir uçları ile oynayarak temel performans değerlendirmesinden gözleri uzak tutma işlevini yerine getirmektedir. Ve tabii, muhafazakâr seçmene de karşı kampın kendi değerlerinden ne kadar uzak olduğu mesajını çok net bir şekilde vermiş ve onları iktidar saflarında yeniden bir araya getiren bir rol oynamıştır. Bu yasağa karşı hukuki bir mücadele verilmesi gerekir. Yaşam tarzına karşı müdahaleleri yasağı destekleyen kesimin boyutuna göre meşru göstermek de elbette söz konusu olamaz.
- Bir yandan da iktidar sürekli sivil anayasa peşinde… Ancak kendi anayasasına uymayan bir yönetimle karşı karşıyayız. İçki yasağı da bunlardan sadece biri… Yeni sivil anayasa çözüm mü?
Şimdi Türkiye’de “Sivil anayasa yapmayalım, askerlerin anayasası ile devam edelim” demenin siyaseten bir karşılığı yoktur kanaatindeyim. Elbette sivil bir anayasa yapmak doğru olacaktır. Ancak sivil anayasanın nasıl yapılacağı, içeriği kadar önemlidir ve gerçekçi olarak içeriği bu süreç belirleyecektir. Anayasa yapım sürecinin geniş halk kitlelerinin katılımıyla yapılmasını tercih etmek gerekir düşüncesindeyim. Bu halk katılımının da kurumsal bir çerçevesi olması gerekir. Yoksa vatandaşları bu sürece dahil etmek mümkün olmayacaktır. Peki, bugün Türkiye’de böyle geniş kapsamlı farklı toplumsal grupları kucaklayıcı bir katılım anayasa yapım sürecinde mümkün müdür? Kanaatim bugünün şartları ülkede böyle kapsamlı bir süreci yönetme yeteneği gösteren bir yönetim yapısı, iktidar, muhalefet ve sivil toplum olduğunu göstermemektedir. Yani kısaca katılımcı bir anayasa yazılım süreci için, öncelikle kurumların bağımsız temsil yeteneklerinin geliştirilmesine olanak sağlanmalı. Yeni anayasadan önce böyle bir özgürlük ortamı yaratılmalı ki tüm farklılıkları kucaklayabilen bir katılımcı mekanizma işleyebilsin. Türkiye’de şu an için böyle bir ortam yok.
- Pandemi uzun zamandır bazı sorunları daha görünür kıldı. Örneğin üç pandemi faciası yaşayan ülke, Türkiye, Hindistan ve Brezilya’ya baktığımızda demokratik gerilemenin bu üç ülkenin fotoğrafına yansıması nasıl oldu?
Her üç ülkenin demokrasileri de pandemi öncesinde geri kaymaya başlamıştı zaten. Bu geri kayışın pandemi çerçevesinde hızlanmış olduğu söylenebilir elbette. Ancak bir de pandemi dinamiğinin bu üç ülkenin popülist iktidarlarının seçmen karşısındaki en büyük silahlarını ellerinden almış olduğunu da görmeliyiz. Halklarının yanında ve onların refahını ve elbette en başta da sağlığını en ön planda tutmaları beklenen bu rejimlerin saklanamaz bir kötü performans ile bir sonraki seçimlere iyice yıpranarak gireceklerini görmemiz gerek. Ekonomik gerilemenin yanı sıra büyük can kayıpları her üç ülkede de bir sonraki seçimlerde bu iktidarları zora sokacaktır. Hindistan ve Brezilya ile karşılaştırıldığında Türkiye sanki daha iyi durumdaymış gibi görünebilir. Özellikle can kayıplarında. Ancak yine de her ülke seçmeni kendi ortamı ve tarihsel sürecinde bir değerlendirme yapacaktır. Ve bu can kayıplarının sorumluluğunun gitgide sadece virüste değil, bu virüsü ve pandemiyi idare edemeyen yönetimlerde bulunma olasılığı yüksektir. Bu da her üç ülkede de yeni bir demokratik canlanma dönemi yaratabilir.
- Bir yandan da insanlar direniyor. İkizdere’deki kadınlara bakın: Deresini, ağacını korumaya çalışıyor, jandarmanın karşısında duruyor. Burada da karşımıza şu ünlü beş müteahhitten biri Cengiz İnşaat çıkıyor.
Evet, baktığınızda hem ümitvar olmak için halkın kendi iradesiyle değişim yaratma çabasında olduğunu görüyoruz hem de nereye baksak aynı ekiplerin benzer bir oyun içinde oldukları görülüyor ve bu da karamsarlaştırıyor insanı. Ben bu ortamlarda tedavi kabul etmez bir iyimserlik içinde olmamız gerektiğini düşünüyorum. Oyun bitmiş değil. Devam ediyor. Hâlâ yapılabilecek çok şey var. Ve değişimi kucaklayabilecek bir toplumsal yapımız da hâlâ var.
- Uzun iktidarların temas ettikleri her şeyi çürütmeleri kaçınılmaz mıdır? Yoksa burada “yönetim” sorunu mu var?
Mesele uzun bir iktidar meselesi olmaktan ziyade iktidarın denetlenmeyi ve katılımcı bir yönetişimi reddetmesidir öncelikle. Her iktidar hata yapar. Mesele hata yapmayan bir iktidar olamamak da değildir. Mesele aynı hataları geçmişten ders çıkarmadan yapmaya devam etmek, kurumsal yapıları bozmak ve yerine yenilerini koymak kabiliyetinden de yoksun olmaktır.
- Hukuk, bürokrasi, diplomasi… Belki hiçbir zaman ülkemizde mükemmel olmadı ama iyi kötü bir dengeye sahipti sanki… Tüm bunlar hangi güdüyle, nasıl bu hale geldi?
Burada bahis konusu olan kurumsal yapılardır. Bu yapılar demokrasilerde seçimlere bağlı olarak değişen iktidarların kontrolünde de olsalar tüm yönetişim sistemine bir devamlılık ve yönetim mantığı getirirler. Bu yapılar bozulduğunda ya da hatta yıkıldığında yönetim sanki bireyselleşmiş ve keyfileşmiş olur ya da kaçınılmaz olarak bu intibaı yaratır. Kanun ile yapılacak işler tebliğ ya da genelgeler ile yapılmaya başlanır örneğin. Torba kanunlara kimin niye oy vermekte olduğu da anlaşılamaz ve siyasal sorumluluk bağı da kalmaz. Atamalarda liyakat temelinden uzaklaşıldığında bu kurumsal yapılarda göreve talip olanlar yaptıkları ve yapabilecekleri temelinde değil de kimlerin desteğini aldıklarına göre göreve gelirler ki bu da yine devletin yönetim mantığından yoksun olması anlamına gelir.
- Para ve güç geldiğimiz noktada ne kadar etkili oldu?
Kurumlar politika yapımı ve uygulanmasında belirleyici rollerini kaybettiklerinde ekonomik güç ve para kendine her alanda daha etkili olma fırsatını daha kolay bulacaktır şüphesiz.
- Ya din faktörü? Din iktidar için araç mı, amaç mı?
Ben bireylerin inanç dünyalarının bütün yaşamları boyunca şekillenip siyasetten pek etkilenmediğini düşünüyorum. Ancak kurumların işleyişine müdahaleyle kurumsal yapılar çökmeye başladığında, farklı inanç grupları bu kurumların yıpratılıp ele geçirilmesinde rol oynuyorlar. Bunu değişik vesilelerle gördük. Dinin iktidarlar için araç ve amaç olarak kullanılmasının önüne geçilebilirse kurumlar liyakat temelinde toplumsal işlevlerini yerine getirebilirler. Aksi takdirde bu mümkün olmayacak, keyfi ve kişiselleşmiş idari yapılar ortaya çıkacaktır.
- Bu noktada siyasetin muhalefet kısmını da konuşalım: Bir kısım görüşe göre, kitleler her şeye rağmen muhalefetin peşinden gitmiyor. Sadece diğer tarafı cezalandırmak için bir adres olarak görüyor. Katılır mısınız?
“Kitleler muhalefetin peşinden gitmiyor” derken “henüz seçmen muhalefeti iktidar yapmış değil” demek isteniyorsa elbette bu aşikârı itiraf sayılır. Burada önemli olan seçmenin eğilimlerinin hangi yöne evrilmekte olduğudur. Pandeminin yönetimindeki sorunlar ve can kayıpları, ekonomik durumun gitgide yıpranıyor oluşu, dış politikada yalnızlaşan ve çıkarlarını koruyamaz konumda bir Türkiye kanaati seçmende yaygınlaşıyorsa eğilimin iktidar yönüne olmayacağı açıktır. Bu üç başlıkta da yani pandemi yönetimi, ekonomik durum ve dış politika, iktidar ittifakının sorunları olduğu ortada. Ve elbette seçmen öncelikle bu sorunlar nedeniyle iktidar ittifakını cezalandırma eğiliminde olacaktır. Bunun farkında olan iktidar ittifakı da topu bir anlamda taca atıp hassas köşelerde top çevirme gayretindeymiş gibi görünüyor. Bu hassas köşelerden gollük bir pozisyon yaratma gayreti içerisinde.
ÜÇÜNCÜ MİLLİYETÇİ CEPHE MANTIĞI
- Bunca olumsuzluğa karşın iktidarın oyunun hâlâ yüzde 30’ların üzerinde olmasının bir açıklaması var mı?
Türkiye AK Parti iktidarında seçmen karşısında önemli ve köklü bir dönüşüm yaşadı. 2002’den 2011 seçimine dek seçmenin DP-AP-ANAP-DYP çizgisinde 1950’lerden 1990’lara devamlılık göstermiş bir kitle AK Parti arkasında konsolide oldu. Ekonomik kriz ve Kürt seçmenin AK Parti’den koparak HDP’nin yeni bir siyasal güç odağı haline gelmesi 2015 Haziran sonuçlarını vermiştir. Terör ve MHP’nin tavrı önce 2015 Kasım seçimlerinin sonucu belirledi, ardından da darbe girişimini takiben 2018 ve sonrasında ittifak siyasetini oluşturdu. Bu ittifak tabanının kolaylıkla eriyip gitmesini beklemek safdil bir beklenti olacaktır. Burada hem AK Parti’nin 2002-2011’de oluşturduğu büyük seçmen dönüşümü var hem de 2015 Haziran seçimi sonrasında MHP ile birlikte oluşturulan milliyetçi reflekslerle şekillenen yeni üçüncü Milliyetçi Cephe mantığı var. Bu yeni cephenin amacı komünizm karşıtlığı değil elbette. Ancak Kürt siyasetinin etkinliğinin önüne geçmek ve başkanlık rejiminin devamını sağlamak yeni cephenin ana amaçları gibi görünüyor. Bunun da bir seçmen desteği cezbettiği aşikârdır. Pandemi ve ekonomik performans ile dış politika konularındaki gelişmeler karşısında bu seçmen desteği ayakta kalabilecek mi zaman içinde göreceğiz. Seçmen eğiliminin iktidarın işini zorlaştırdığı, bugün görülebildiği kadarıyla çok açık.
BELKİ KUTUPLAŞACAĞIZ AMA BUNA RAĞMEN İKTİDAR EL DEĞİŞTİRECEK
- İktidar, özellikle son yıllarda artan şekilde yeni “ötekiler” yaratmaya başladı… Akademisyenler, gazeteciler, sendikacılar, avukatlar… Herkes öteki, sadece öteki olmakla da kalmadı, en hafif tabirle “hain” ya da “terörist” oldu… İktidarın bu ötekileştirmeden beklentisi ne?
Daha önceki sorulara verdiğim cevaplarda da vurguladığım gibi burada ana strateji benim görebildiğim kadarıyla seçim tartışmasını pandemi ya da ekonomideki performans değerlendirmelerinden uzaklaştırmaktır. Dış politika ve diğer hassas sinir uçlarında yaratılabilecek pek çok “öteki” bulunabiliyor. Böylelikle ittifak saflarını sıklaştırmak kolaylaşıyor.
- Ötekileştirmenin sonunda ne yaşanır?
Böylelikle gitgide daha kutuplaşmış ve birbirinden sadece karşı tarafın destekçisi olduğu için nefret eden bir toplum haline dönüşüyor olabiliriz. Fikir ayrılıklarımız temelinde bir tartışma yürütmek de bu ortamda mümkün olamayacaktır, çünkü öncelikle karşı tarafın parti kimliğinden haz etmemeye başlayabiliriz. Fikirlerini hiç dinlemeden reddetme eğiliminde oluruz. Her iki taraf da birbirinin temelde yanlış karikatürlerine inanmaya başlar. Örneğin AK Partililer için CHP’liler zengin, Batı âşığı, inançsız elitler olur; CHPliler için ise AK Partililer malı götürmüş, bilim ve akıl karşıtı, dindar muhafazakârlar olabilir sadece. Bu da demokrasinin sonu anlamına gelebilir. Bu nedenle özellikle duygusal olarak kutuplaştırıcı siyasetten uzak durulması, demokratik rejimin sürekliliği için şarttır. Ülkenin karşı karşıya olduğu ekonomik, sosyal pek çok sorunun çözümü ancak bir tartışma ortamının muhafaza edilebilmesiyle mümkün olacaktır. Bu tartışma ortamını kutuplaştırıcı siyaset çökertmektedir. İktidarı da muhalefeti de bu kutuplaştırıcı siyasetten uzak durmaya davet etmek ve tüm siyasileri tek taraflı olarak kutuplaşmanın dışında kalmaya çağırmamız gerekiyor. Belki daha önemlisi AK Parti sonrası dönemi düşünmemiz lazım.
- Neden “daha önemlisi” dediniz?
Çünkü bu kutuplaşma eğiliminin önüne geçmek pek de mümkün olmayabilir. Niye? E, çünkü iktidarın geleceğini tam da kutuplaşmada bulabileceğini söyledim. Eğer bu görüşte haklıysam kutuplaştırma stratejisini takip etmeleri kaçınılmaz olacaktır. Sadece muhalefet bu kutuplaşma eğiliminin karşısında durabilir mi? Belki kutuplaşacağız ve bu da iktidarın devamını sağlayacak. O zaman ne olacak? O zaman bu sürdürülebilir mi diye iktidar kendine soracak. Yeni bir balkon konuşması gelecek belki ve farklı grupların taleplerine cevap verilmeye çalışılacak. Bu talepler sadece siyasi ve ideolojik değil, elbette ekonomik de olacak ve çalışan kesimlerin, krizde kaybedenlerin taleplerini karşılamaya gayret edilecek. Bu ortamda siyasi talepler karşılanabilir mi? Düşünülecek... Belki kutuplaşacağız ama buna rağmen yine de iktidar el değiştirecek. O zaman ne olacak? O zaman da “mevcut durumun neresi biraz daha sürdürülebilir neresi acilen değişmek durumunda” sorusu önem kazanacak. En kolay değişebilecek ve uzun dönemde ekonomik ve sosyal dengenin kurulabilmesine olanak sağlayacak değişimi ilk önce yapmak durumunda olacak yeni iktidar. Yeni Türkiye’nin yeni düzeni eğer ANAP dönemindeki gibi prensler ve papatyalarla kurulmayacaksa, ya da AK Parti dönemindeki havuz sistemiyle işlemeyecekse nasıl işleyecek düşünmek zamanıdır. Ekonomik yeni düzen konusunda konuşmak istemem. Ancak siyaseten bu dönem için şeffaflık, katılımcılık ve eşitlik önemli olacaktır. Bugünün Türkiyesi’nde olmayanı veremeyen bir yeni düzenin sürdürülebilir olması da mümkün olmayacaktır. Fransız devriminin özgürlük ve kardeşlik prensiplerini bu birbirine düşman kutuplaşmış Türkiyesi’nde bulabilir miyiz? Düşünelim ve arayalım. Belki gerçekçi olup imkânsızı isteyelim.