O yaralı çocuklar büyüdü
sevginin peşine düştü
Haber çöplüğünde kaybolan
kırık dökük insanları anlatmak istedim
Aşk acısından köşe bucak kaçıyorlar
oysa aşkından ölmek başka bir şeydi
Röportaj: İpek ŞAHİN
Polat Özlüoğlu’nun yeni öykü kitabı “Sahi Adım Neydi”, İthaki Yayınları’ndan çıktı. Bir önceki kitabı “Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar”da ‘aile’ tabusunu yıkmaya çalışan, dört duvar arasında yaşanan travmaların yarattığı acılara odaklanan yazar, bu kez o ailelerde yetişmiş yaralı ruhları merkeze alıyor: “Bu kitapta o çocuklar büyüdü, hiç tatmadıkları bir şeyin; sevginin, aşkın ve dostluğun peşine düştü.” Özlüoğlu ile yeni kitabı ve yazarlık üzerine konuştuk...
- Elbette güzel bir duygu okuru bu hissiyata sürüklemek ama bir yandan zor bir durum yazar açısından. Okurun hangi kitabınızdan başlarsa başlasın aynı duyguyla devam etmesinin garantisi yok. Çünkü her kitapla yazar da kendi içinde gelişiyor, değişiyor, öğreniyor ve hem kişisel hem nefes aldığı ülke tarihinde yaşadığı/karşılaştığı pek çok şey kalemine usulca sızıyor. Bu konuda ben şanslı olduğumu düşünüyorum. Bir okur bana ait bir öykü okumaya başladığında diğer öykülerimi de merak ediyor. Bu okur yorumlarından beni en çok mutlu edeni; mesela Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle “Erkekler, Yalnızlıklar” öykü seçkisindeki “Evde Bekleyen Biri” adlı öykümü okuyup öykü kitaplarımın peşine düşen okurlar var. Bir de “Hiç öykü okumayı sevmem” deyip, benim öykülerimle karşılaşıp “Sizinle öykü okumaya başladım” diyenler var. Bir okurun yazara verebileceği en güzel hediyedir bu.
- Önceki kitaplarımda daha çok aileye, aile içi şiddete, eril tahakküme, çocuk istismarları ve kadına şiddete, ötekileştiren, ayrımcılığa uğrayan bireylere, erkek-devlet terörüne maruz kalmış insanlara dair hikâyeler anlatmıştım. Pek çok öykü kadınların ve çocukların dilinden yazılmıştı. Yani bir evin içinde, dört duvar arasında, kapalı kapılar ardında olup biten travmalara, bireylerin ömrü boyunca sırtlarında, yüzlerinde, ruhlarında, yüreklerinde taşıdıkları kapanmayacak yaralara, çürüyen acılara dokunmuştu öykülerim. ‘Aile’ denen tabuyu yıkmaya, din ve devlet eliyle meşrulaştırılan eril otoriteyi ameliyat masasına yatırmaya çalışmıştım. Bu kitapta ise o çocuklar, kızlar, oğlanlar büyüdü, sokağa çıktı, o evleri terk ettiler ya da o evlerden kovuldular ve başka bir şeyin, hiç tatmadıkları bir şeyin, sevginin, aşkın ve dostluğun peşine düştüler. Biyolojik ailelerinden göremedikleri şefkati, anlayışı, birliği, dirliği kendi elleri ile yaptıkları çakma ailelerde bulmaya çalıştılar, hâlâ da çalışıyorlar. Sokaklar hayata tutunmaya çalışan bu yaralı kadınlar ve erkeklerle dolu. Birbirlerine benzeyenler, aynı sorunları, şiddeti ve ayrımcılığı yaşamış bireyler özene bezene kendi elleriyle ikinci el bir aile inşa ediyorlar. Birlikte hayata tutunmaya, ayakta kalmaya çabalıyorlar. Bu yalnız çocuklardan kimi pes ediyor, kimi direniyor, kimi âşık oluyor, hem de dibine kadar, kimi aşkından ölüyor, kimi mutluluğun peşinden koşuyor, kimi bir zalimin. Ülkemizde, dünyada yaşanan olaylara, travmalara, savaşlara, haksızlıklara, adaletsizliklere, ötekileştirmeye dair hikâyeler anlatmayı seviyorum. Gazetecilik eğitimi almanın getirdiği bir artı olarak gördüğüm bu etrafıma, çağa karşı duyarlılığım, gündeme dair duygularım kalemime yansıyor ve öykülere sızıyor. Bu defa adı, soyadı gazete sayfalarında kalan, bir resmi bile bulunmayan, birkaç günlük medya görünürlüğünden, birkaç beğeniden, ahlayıp vahlamadan sonra unutulan, haber çöplüğünde kaybolan kırık dökük insanları, isimsiz kahramanları anlatmak istedim. Onların her biri benim kahramanım.
KALABALIĞIN İÇİNDE KAYBOLMAYI SEVEN BİR YALNIZIM
- Ben yalnızlığımı seven, ona özen gösteren ve değer veren bir insanım. Yazar olmak yalnız olmayı zorunlu kılsa da toplumdan uzaklaşmayı, kaçmayı gerektirmez. Ben kalabalığın içinde kaybolmayı seven bir yalnızım. Elbette yalnız olmak o tür yalnızlıkları anlamaya yaklaştırıyor. Ancak öykülerdeki yalnızlıklar konformist bir yalnızlık değil, zorunluluktan kaynaklanmış, kaybedenlerin, pes edenlerin, yenilmişlerin yalnızlıkları. Ayrımcılığa maruz kalmış, toplum tarafından ötekileştirilmiş, ailesi tarafından dışlanmış, devlet tarafından baskıya uğramış bireylerin yalnızlıkları söz konusu bu öykülerde. Eşitsizlik, yoksulluk, yoksunluk içinde ayakta kalmaya çalışan bireyler, heteronormatif düzenin dayatmalarına, eril şiddete, geleneklere, göreneklere, cinsiyet eşitsizliğine, baskıya, zulme karşı tek başlarına savaşıyorlar. Bu süreçte âşık olanlar, yas tutanlar, kırılıp parçalananlar, düşüp yeniden ayağa kalkanlar, yıkılıp enkazlarının altında kalanlar hikâyelerini okurla paylaşıyorlar. “Yalnızlık paylaşılmaz” dese de şair, bu kitaptaki kahramanlar dillendirmekten alıkoyamıyor kendilerini.
- Ölümsüzlüğün peşine düşmüştür asırlar boyu insan evladı. Beyhude bir çaba olduğunu bilse de bu arzusundan vazgeçemez hiçbir zaman. Buna rağmen öleceği bilinciyle yaşamak, insanlığın en büyük çaresizliğidir. Ölüm üzerine kafa yormayan, adeta ondan kaçan bireyleriz. Oysa ölüm hepimizin tadacağı bir durumdur. Ölümü yadsımak yerine onu kabullenmek gerek. Öykülerdeki karakterler uç noktalara savrulmuş, hayatın dışına itilmiş, toplumdan kovulmuş bir nevi hasar görmüş, arızalı, yaralı ruhlardır. Hem bedenen hem maneviyat bakımından eril şiddete, iktidar baskısına, toplumsal zorbalığa hatta lince uğramış insanların özellikle kadınların, çocukların, LGBTQ bireylerin içine düştükleri kapandan, cehennemden çıkamadığı noktada ellerinde kalan seçeneklerden biri olarak karşılarında ‘ölüm’ belirir. Bir kurtuluş, bir rahatlama vaat eder ölüm. Hikâyenin gidişatına göre bazen bu seçeneğe sarılır kahraman bazen de kaçıp, vazgeçmeyip hayata tutunur. Yaşam ve ölüm arasındaki o ince çizgiyi, araf dediğimiz o andaki tedirgin, tereddütlü, kaygılı hali hikâyeleştirmeyi seviyorum. Her kitapta ölüme yakın, ölüme teşne hayatları kaleme alıyorum. Bu, bile isteye yaptığım bir şey değil, sadece kalem oraya kayıyor. Kim bilir belki yıllardır mutluluğun hep kıyısında yaşayan bir coğrafyada olduğumuz içindir, ağız dolusu gülemediğimiz içindir, hep boğazımızda bir kılçıkla kaldığımız içindir. Açıkçası hayatın içindeki bu çatışma daha yazılası gelir bana.
HER OKUYUŞTA BENİ ÇARPAN, KALBİMİ ACITAN O ŞİİRDEN ETKİLENİP YAZDIM
- Aslında tek bağlantı, bu öyküyü onun şarkılarından biri olan “Bozdur Yeminleri”yi dinlerken hayal edip yazmış olmamdır. Barlas Erinç’in sözlerini yazıp müziğini yaptığı şarkı 90’larda oldukça sevilmiş dinlenmiş bir şarkıydı, ki hâlâ dönüp dönüp dinlediğim albümlerden birinde, Umay Umay’ın kendi ismiyle çıkan albümde yer alır. Bu öyküdeki hikâye de o yıllara aittir. Umay Umay hem duruşu hem şarkılarıyla o döneme damgasını vurmuş bir sanatçıdır. Ayrıca çok sevdiğim, benim için değerli bir şairdir. Dolayısıyla onun soluğu, ruhu, sesi, kokusu bu öyküye ilham olmuştur. Öyküyü yazarken onun müzik kliplerindeki hali, tavrı, güzelliği, aykırılığı, gözü karalığı, morlarla, mavilerle bezeli endamı benim peşimi bırakmadığı için belki de hikâyedeki kadın onu andırıyordur.
- Bu öyküyü de Murathan Mungan’ın 1992 yılında yayınlanan gücünü, güncelliğini, güzelliğini hiçbir zaman kaybetmeyen “Yaz Geçer” adlı şiir kitabında yer alan “Terastaki Havlu” isimli, her okuyuşta beni çarpan, kalbimi acıtan şiirini belki yüzüncü kez okuduktan sonra bir gece oturup yazmış bulundum. İmkânsız bir aşkın ve terk edilişin puslu hikâyesi her defasında beni derin bir yalnızlığa ve hüzne sürükler. Başucu şiir kitaplarımdan biridir “Yaz Geçer”. Bazen durup hâlâ o havlunun rengini merak ederim. “Birden adını hatırlamadığımı fark ettim bu şiiri yazarken, ama terasta çırpınan havlunun rengi hâlâ gözlerimin önünde.”
ACIYA TEŞNE BİR YAPIM VAR KOMİK ÖYKÜ YAZMAK MEŞAKKATLİ GELİYOR
- Komik öyküleri yazmaktan ziyade okumayı daha çok seviyor ve tercih ediyorum. Bu tür öyküler yazması oldukça meşakkatli geliyor bana. Ben ölümü, yası, kaybı, yalnızlığı, kederi, acıyı hikâye etmeyi daha yakın buluyorum kendime. Acıya teşne bir yapım var sanırım. Bu öykünün girişinde de aslında kaza süsü verilmiş bir intiharla açılışı yapıyorum. Bir kız kardeşin gözünden anlatılıyor kahramanımızın ölümü ve ölüme sürükleyen nedenleri. Aslında trajikomik bir hikâye. Yani içinde yine bir acı ve hüzün barındırıyor. Günümüzde yaşanan o naylon dediğimiz, üç günlük, son kullanma tarihi belli, tatsız tuzsuz, sentetik aşkların aslında aşk olmadığını, daha derin, daha manalı bir şeylerin bir zamanlar yaşanmış olduğunu hikâye ediyorum. İnsanlar günümüzde acıdan kaçınıyorlar, özellikle de aşk acısından köşe bucak kaçıyorlar. Artık aşk acısı çekmek yerine danışmanlara, psikologlara, psikiyatristlere, ilaçlara, haplara, kimyasallara başvuruyorlar. Yeter ki acıdan azade olsunlar. Oysa eskiden aşkından ölenler vardı; Leyla ile Mecnun, Romeo ve Juliet, Ferhat ile Şirin... Aşkından ölmek başka bir şeydi.
- Yazarken de okurken de genellikle müzik dinlemeyi severim. Bu öyküleri kaleme alırken de özellikle o tarihlerde dinlediğim ve hâlâ ezbere bildiğim bazı şarkılara döndüm. Niyeyse o albümlerdeki şarkıların modası hiçbir zaman geçmedi, geçmiyor. Kitaplarımda genellikle toplumsal kırılma ve travma anlarındaki örselenmiş, devlet tarafından ezilmiş, aile ve sosyal çevresi tarafından ötekileştirilmiş bireylerin durumunu hikâye konusu olarak seçerim, her daim bir politik geçmişi vardır kahramanlarımın. Bu kitapta ise bu bireylerin aşk, ayrılık ve ölüm karşısındaki şaşkınlıklarını, alışkanlıklarını, kırılmışlıklarını ve yalnızlıklarını yazdım. Kitabın sonundaki liste daha da uzayabilir. Çünkü öykülerin içinden bir sürü şarkı usulca geçmektedir.
ÜSLUP GÖZ RENGİ GİBİDİR O RENGİ BULANA KADAR ÇALIŞMAK GEREKİR
- Pek çok okurdan “Öykülerinizi okurken karakterler ve mekân gözümüzde hemen canlanıyor” diyen yorumlar geliyor. Bu özellikle peşine düştüğüm bir şey değil, ancak öyküleri yazarken hayal gücümü sonuna dek kullanarak yazmayı seviyorum. Kahramanı ete kemiğe büründürmeye özen gösteriyorum. Şimdiye kadar öyle bir teklif gelmedi. Gelirse memnun olurum.
- Elbette. Bir okur olarak da en çok üzerinde durduğum noktalardan biridir hikâyenin dili. Hikâye, çatışma, olay, karakter, kurgu ne kadar ilginç, etkileyici, şaşırtıcı, güçlü ya da alışılmadık olsa da dili özenli değilse, doğru değilse, zayıf, tekleyen bir Türkçe ile yazılmışsa benim için o kitabı okumak işkenceden farksızdır. Bir metni edebi esere dönüştüren en önemli özelliği, yazarın dili nasıl kullandığıdır. Dilini bilmeyen, diline hâkim olmayan bir kişi yazar olamaz zannımca. Bir öyküyü bitirmek, son noktayı koymak için her daim tek başına bir odaya kapanıp yüksek sesle o öyküyü defalarca okurum. Metinde pürüzlü, çapaklı, çatallı bir cümle kalmayana kadar üzerinde çalışırım metnin. Temiz bir Türkçe ile derdimi, meselemi anlatmaya çalışırım. Üslup göz rengi gibidir. O rengi bulana kadar çalışmak, sonra da kaybetmemek gerekir.
BİR DERDİ, MESELESİ, AĞRISI OLAN İNSAN YAZABİLİR
- Küçük yaşlarda ilkokul zamanlarında öyküsünü uydurduğum resimli kitapçıklar yapmışım. Tam zamanını hatırlamıyorum. Sonra sonra uzun metinler, hatta romanlar yazmışım ama sonuçta çok acemice kaleme alınan metinlerdi bunlar. Ama bir yazma hevesi her daim varmış içimde. Gazetecilik bölümüne girmek de bunun sonucu olsa gerek.
- Bunu edebiyat konusunda düşünen, kalem oynatan eleştirmenlerimize sormak gerekir belki de. Şimdilik öykü yazmayı seven bir yazar olarak çağdaşlarımdan üslup, dil ve hikâye ettiğim karakterler bakımından daha farklı bir yerde durmaya çalıştığımın idrakindeyim sadece. Yıllar geçtikçe yerimiz belirli hale gelecektir. Şu anda çok erken bunu konuşmak.
- Elbette yazma ve okuma disiplinine sahip olmak çok önemli ama ben yazma heveslisi adayların biraz dünyaya, yaşadıkları çağa, coğrafyaya karşı duyarlı, gözleri, kulakları sonuna kadar açık, empati yeteneği yüksek insanlar olması kanaatindeyim. Bir derdi, meselesi, ağrısı olan insan yazabilir. Diğerleri de yazar elbet niye yazmasın ama o kadar dokunmaz, ta şuramızda hissedemeyiz yazdıklarını, bir şey eksik kalır. Olgunlaşmamış bir meyve gibi tatsız tuzsuz, çiğ kalır.
TÜRLER ARASINDA BİR SINIRIM YOK
- Nasıl bir yazarın cinsiyeti olmadığını savunuyorsam aynı yazarın türler arasında da bir sınırı, bağımlılığı yoktur diye düşünüyorum. Her şeyi yazmaya hevesli bir kalemim var.
- Başucu yazarlarım saymakla bitmez. Dönüp dönüp kapağına sığındığım kitapların sahipleri çoktur. Füruzan, Bilge Karasu, Sait Faik, Birhan Keskin, Murathan Mungan, Didem Madak, Latife Tekin, Sevgi Soysal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Atılgan, Sabahattin Ali, Ferit Edgü ilk aklıma gelenler. Ama bunun dışında Latin Amerika edebiyatını seven bir tarafım da var. Marquez, Cortazar, Bolano, Borges, Fuentes vazgeçemediklerimdir. Ama Paul Auster, Milan Kundera, Nabokov, Ian McEwan, Julian Barnes gibi yazarları da okumayı severim. Aslında iyi yazılmış her edebi eseri okumaktan keyif alırım.
- Aslında hali hazırda üzerinde çalıştığım iki öykü, bir adet roman dosyası var. Kısmet... Teşekkür ederim...