1915 yılında, D. W. Griffith’in meşhur filmi Bir Ulusun Doğuşu vizyona girdi. Ancak kimse D. W. Griffith’in bir büyücü, Bir Ulusun Doğuşu’nun da Amerikan halkının kalbinin en derinliklerinde saklı tuttuğu nefreti gün yüzüne çıkarmak için yapılmış bir büyü olmasını beklemiyordu.
Amerika’ya yayılan nefret dalgasından güçlenerek beslenen Klan, bir kez daha tehlikeli hâle gelmeye başlamıştı.
Ve bu sefer yanlarında cehennemden şeytanlar getirmişlerdi. Neyse ki Maryse Boudreaux’nun büyülü bir kılıcı ve ters düşmek istemeyeceğiniz arkadaşları vardı.
KİTAP HAKKINDA GÖRÜŞLER
"Son yıllarda okuduğum en güçlü ve etkileyici spekülatif kurgulardan biri.”
Tochi Onyebuchi
"P. Djèlí Clark istese bile kötü bir kitap yazamaz. Yakarış Çemberi, temelinde çok ciddi bir hikâye anlatsa da müthiş eğlenceli bir kitap."
Victor LaValle
"Yakarış Çemberi, Amerika’nın kâbus gibi geçmişine balıklamasına bir dalış."
Annalee Newitz
BAD'NİN IRKÇI GEÇMİŞİ
Bir yandan içki kaçakçılığı yapan Maryse, bir yandan da arkadaşlarıyla birlikte Klan’ın dünyaya çağırdığı şeytanları avlayıp gerisingeri cehenneme gönderiyordu. Ancak bu sefer karşılaşacakları düşman her zamankinden daha güçlü ve dehşet verici olacaktı. Yakarış Çemberi, Amerika’nın ırkçı geçmişinin suratına atılan bir yumruk.
KİTAP HAKKINDA BİLGİ...
Beyaz cübbelerin ardına gizlenen karanlık
Murat Can OKAN
ABD’nin kuruluşu sırasında “babalar”ın herkesi çağırdığı, özgürlük ve eşitlik vaat ettiği dönemin ardından Beyaz Amerikalılar’ın üstünlük gösterileriyle nam saldığı, ırkçılığı ve ayrımcılığı ülkenin hemen her noktasına bir zehir gibi serpiştirdiği ve köleliği sıradanlaştırdığı bir zaman dilimi gelmişti.
Beyaz Amerikalılar’ın ortamı terörize ettiği dönemde ırkçılığın simgesine dönüşen Ku Klux Klan, aynı zamanda ABD tarihinin karanlık yüzüydü. Beyaz olmayan ABD’lilere karşı nefreti ve şiddeti açığa çıkaran bir örgüttü. Hâlâ öyle.
P. Djèlí Clark, Yakarış Çemberi’nde ABD’nin bu karanlık sokaklarına, işin içine fantastik öğeleri de katarak ışık tutuyor; Klan’ın cehennemden çağırdığı şeytanlarla büyüttüğü nefret ve şiddet dalgasını elindeki kılıçla yok etmeye uğraşan içki kaçakçısı Maryse Boudreaux’nun hikâyesiyle buluşturuyor okuru.
Gölgelerle savaş
“Bir pikniğe gider gibi” gülümseyerek nefret saçan Klan üyeleri, beyaz cübbelerinin ardına gizleniyor ve korkaklıklarından doğan saldırganlıkla şehirlerde ve kasabalarda boy gösteriyor. Bütün eylemleri bir kutlama havasında gerçekleşen bu kişiler, görkemli görünmenin gücüne sığınıyor. Canavar avcısı Maryse ise onları izlemekle kalmıyor, Klan’ın kökünü kazımak için elinden geleni ardına koymuyor.
Clark, Klan üyelerini bir zombi çetesi gibi tasvir ediyor; hem dünyalı hem de dünyaya ait değilmiş gibi anlatıyor onları. Bela saçan Klan üyeleri, romanın başkarakterinin gözüne dehşet verici biçimde görünüyor: “Bu bir Ku Klux. Gerçek bir Ku Klux. Oyulmuş fildişi bıçaklara benzeyen pençelerine kadar, yaratığın her parçası soluk kemik beyazı. Beyaz olmayan tek yer gözleri. Toplamda altı tane olmalı; kavisli başın her iki yanında üçer adet, siyah üzerine kırmızı lekeli boncuklara benziyorlar. Ama tıpkı uzun boylu adam gibi yüzünün yarısı Şef’in bombasıyla parçalanmış bir hâlde. Ancak geriye kalan gözlerin hepsi artık bana kilitlenmiş durumda. Uzun bir hayvan burnunun altındaki, dudaklarının yer alması gereken kısım aralandığında sivri buz sarkıtlarını andıran bir diş yuvasını ortaya çıkarıyor, ardından saldırıyor. Bir binanın kenarından sarktığım sırada bana doğru öfkeyle hücum eden bir Ku Klux’ı izlemek, unutmak isteyeceğim türden bir manzara.”
Maryse’nin mücadele ettiği Klan üyeleri ve beraberinde getirdiği şeytanlar, Clark tarafından insansı fakat insani özelliklerini yitirmiş, düşünmeyen ve sürekli eyleyen yaratıklar olarak betimlenmiş. Başka bir deyişle yazar, metaforlar yardımıyla ABD’nin karanlık yüzünü tasvir etmiş. Maryse ve arkadaşları da bu ortamda nefretin ve şiddetin mağduru kurtarıcılar olarak sahne alırken “gölgelerle savaştığı” izlenimine kapılıyor. Bu sırada Maryse, başka bir şey duyumsuyor: “Uzun zaman önce ölüp gitmiş kölelerin ve kılıca hapsolmuş reislerin şarkıları yeniden duyulmaya başlıyor zihnimde. Tüyler ürpertici işime başlarken kendimi şarkı söyleyen kılıcımın ritmine kapılmış, mırıldanırken buluyorum.”
Irkçılıkla ve nefretle yoğrulmuş bir dönemin romanı
Siyahileri “canavar”, kendilerini ise “kahraman” diye niteleyen Klanlar, ABD tarihinin şiddet ve nefret sayfası olarak tarihe geçerken Maryse ve arkadaşları bu algıyı tersine çevirmek için büyük bir mücadeleye girişiyor. Buna, şiddete şiddetle karşılık verme kadar, kölelik zamanlarından kalma; kölelerin dinleme günlerinde gittiği ormanlarda oluşturduğu Yakarış Çemberi de dâhil. Şimdinin kahramanları bir anlamda, hem kılıçla hem de ruhsal açıdan atalarıyla bağ kurarak güçlerini korumaya ve artırmaya çalışıyor; bu gücü Klanları, linçleri, çeteleri engelleyeceğini düşündükleri büyüyle ve akılla pekiştirmeye uğraşıyor. Sonrası kora kor bir savaş: “Toplayabildiğim tüm güçle kılıcın gücünü çağırıyorum. Eski adam kaçıran krallar ve reisler uyuyan tanrıların isimlerini haykırıyor, siyah yaprak şeklindeki kılıç Ku Klux’ın ağzında akkorlaşıyor. Canavar ciyaklayarak üzerimden çekiliyor, büyük bir kısmı artık kömürleşmiş etten ibaret olan yüzünü tırmalıyor. İşini bitirmek için hamle yapıyorum fakat yan tarafına bir mermi isabet ediyor. Köşeye sıkışan insanlar yerlerinden kıpırdamıyor ama artık avaz avaz bağırıyorlar. İkinci bir kurşun Ku Klux’ın gözlerini delerek onu öldürdüğünde daha yüksek sesle çığlık atıyorlar.”
Clark’ın 1930’lardaki köle öykülerinden, büyücülük hikâyelerinden ve Gullah-Geechee kültüründen esinlenerek kaleme aldığı; Ku Klux Klan şiddetini fantastik öğeler ve metaforlarla besleyerek yarattığı Yakarış Çemberi, ABD’nin ırkçılıkla, ayrımcılıkla ve nefretle yoğrulmuş dönemiyle hesaplaşmalar içeriyor. Bu anlamda hem edebî hem de tarihî ve politik ağırlığa sahip bir roman olarak karşımızda duruyor.
Yakarış Çemberi, P. Djéli Clark, Çeviren: Ceren Gürein, İthaki Yayınları, 180 s.