Gündem Bilim Teknoloji Spor Dünya Ekonomi Siyaset Sağlık Eğitim Kültür Sanat Magazin Yaşam Reklam Künye Gizlilik Sözleşmesi İletişim
Yazılım ve Tasarım: Bilgin Pro © 2024KRT TV Tüm Hakları Saklıdır

Nihayet lale ve sümbül mevsimi gelip çattı

Yazarlarımızdan Anıl Kurtuldu, Saray ve Kültür Tarihçisi A. Çağrı Başkurt ile bir araya gelerek İstanbul ve Lale Devri kültürüne ilişkin merak ettiklerini sordu.

Nihayet lale ve sümbül mevsimi gelip çattı, İstanbul da bu güzellikleri kucaklayıp bağrına bastı. Yazarlarımızdan Anıl Kurtuldu, Saray ve Kültür Tarihçisi A. Çağrı Başkurt ile bir araya gelerek merak ettiklerini sordu.

İlk merak ettiğim şey çiçek sevgisi hakkındadır.

Eski Türkler çiçekleri severler miydi?

Tarih boyunca Türklerle karşılaşan milletler, Türklerin güçlü ve benzersiz üstün askeri özelliklerine sıklıkla dikkat çekmiş, birbirinden bağımsız olarak ortak kanaatlerini kaleme almışlardı. Bununla birlikte aynı eserlerin satır aralarında Türklerin çiçek sevgisinden de bahsetmeyi ihmal etmemişlerdi. Mesela tüccar ve hukukçu yetiştirmiş Parisli önemli bir aileden gelen Philippe du Fresne-Canaye, Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi Noailles’in maiyetine girerek II. Selim devrinde İstanbul’a gelmişti. Burada kaleme aldığı hatıratında “Türkler çiçekleri çok sever, ellerinde ya da sarıklarında daima çiçek vardır. Padişahın sarayında ağaçların altında her çeşit ve kokuda çiçek bulunur. Ağaç olarak selvi ağırlıktadır. Padişah bahçesinde yalnız gezer.” diyerek 16. yüzyıl İstanbul’unda çiçek ve bahçe kültürü hakkında harika bir gözlemi tarihe not düşmüştür.

Ne kadar harika bir tasvir ama! Başkalarını bilmem ama bu ve benzeri tasvirler benim daima dikkatimi çekmiştir. Kendimi o yüzyılda bu satırları kaleme alan bir yabancı, üstelik düşman bir yabancı yerine koyduğumda, muhtemelen hayatının o anına değin Türkler hakkında işittiği korku dolu binbir rivayetten sonra, karşılaştığım bu güzel manzaralara ne kadar da şaşırmış olmalıydım diye düşünüp dururum.

Çok güzel ama Fresne-Canaye’in bu betimlemesinde biraz abartma olabilir mi? Yani sarığa çiçek takılmasından bahsetmesi düşündürdü!

Hiç mübalağalı bir anlatım yok. Bu hususta sizi temin edebilirim. Evet, bugünden baktığımızda ne yazık ki pek çok insanın hayalinde “yanlış bir imajla” yaşayan “Osmanlı daha da doğrusu İstanbul insanı” o günlerde pek güzel ve renkli giyinir, pek güzel kokardı. Zarif olmak meziyet, daha da zarif olabilmek ise fevkalade bir meziyet kabul edilirdi. Bugünün aksine “şehirli olabilmek” pek kıymetli idi. İşte bu zarif insanların hayatlarında çiçek ve bahçede çok önemli idi.

Mesela aynı zamanda İngiliz Mimarlar Enstitüsü’nün (Institute of British Architects) de kurucularından olan ve İstanbul’a hayranlık duyan isimlerden biri de Thomas Allom’dur. II. Mahmud döneminde İstanbul’u ziyaret etmiş ve İstanbul’a ait harika gravürler yapmıştı. Hatta bu gravürler bizde de Avrupa’da da pek meşhurdur. Allom yayınladığı eserinde Türklerin çiçeğe büyük önem verdiklerini, dahası kendi aralarında bir çiçek diline sahip olduklarından bahseder. Kaydettiğine göre o zamanların İstanbul’unda portakal çiçeği umudu, kadife çiçeği umutsuzluğu, horozibiği değişmezliği, lâle sadakatsizliği simgeler ve çiçek demetleri mektupların yerine verilir, âşıkların sevgililerine karşı duyguları bu yolla anlatılırmış.

Fresne-Canaye’nin sarık kenarına iliştirilmiş çiçek tasvirine gelince. Fresne-Canaye’in bahsettiği o insanlar bugün hayatta değiller ancak onların pek çoğunun mezarları bugün hâlâ ayaktadır. Eski devrin mezarlıkları ve mezarları bugünkü gibi bir sözde prestij meselesi görülmezdi. Ölüm ancak Hz. Mevlana’nın dediği gibi erişilecek düğün gecesi kabul edildiğinden, orada yani uzun müddet beklenilecek menzilde bir olunacak dostların aziz ruhlarının varlığına kıymet verilirdi. Bu kıymetin bir nişanesi olarak da mezarlar pek bir sanatlı yapılırdı.

Erkeklere ait mezarlarda rütbeleri yahut statüleri sebebiyle taşıdıkları çeşitli sarıklar yer alırdı. Mermere işlenmiş olan yüzlerce yıllık bu sarıkların bazılarının hemen kenarlarına iliştirilmiş çiçekler hâlâ bizimle birliktedir. Bir de bu mezarlıklarda karşımıza çıkan zerrin-külahlar vardır ki Osmanlı Sarayı’nın içoğlanlarına ait bu başlıklar, altın ve gümüş iplikle işlenerek yapılır ve baştanbaşa çiçek bezeli olurdu. Düşününüz ki sarayda bu başlıklarla dolaşan, iş gören yüzlerce kişi bulunurdu. Ben uzun boylu, yakışıklı ve zeki olan bu genç oğlanları, her zaman sarayın yürüyen çiçek başlı insanları diye hayal etmişimdir.

Kadınlara gelince, arkeolojik buluntular da açıkça göstermektedir ki kadınlar binlerce yıldır süslenmektedirler. Yani bizim bu denli süslenmemiz bugüne ait kabul edilebilir ise de bu durumun kadınlar için böyle olmadığı açıktır. İşte bu süslenmenin en önemli kısmı kıyafet yahut mücevher gibi düşünülse de saç tuvaleti de oldukça mühimdi. Osmanlı İmparatorluğu’nda kadınlar başlarını ya çiçek desenli kumaşlardan yapılmış başlıklarla yahut da çiçek motifli mücevherler, hotozlar ile süslerlerdi. Bu sebeptendir ki günlük hayatta hemen her gün uygulayageldikleri bu hâl, vefatları hâlinde mezarlarında da yer bulurdu. Mezarların başları âdeta çiçeklerle bezeli bir baş süslemesini işaret ederlen, iki taraftan aşağılara kadar sarkan çiçekler uzun saç misali taşı çepeçevre sarardı.

Çok ilginç ve bambaşka bir dünya anlatıyorsunuz. İstanbul’da yaşayan pek çok insanın önünden gelip geçtiği bu yapılarda ayrı bir dünya varmış gibi görünüyor. Ama sevgililer için çiçeğin anlamı pek değişmemiş gibi gözüküyor. Ne dersiniz?

Aslında değişmediğini söylemek pek de mümkün değil gibi. Bir kere şimdilerde kesme çiçekler yalnızca özel günlerde erkeklerin ellerinde görülmektedir. Hâlbuki eski devirlerde çiçekler günlük hayatın içinde kıymetli bir yer tutardı. Bahçede de çiçekler bulunurdu ancak kokulu kesme çiçekler evin içini şenlendirirdi. Âşık, maşukuna sadece gönlünü ve çiçeğini vermezdi. Aynı zamanda sevgililer çiçekler dolu bahçelerde buluşur, binbir koku içinde ve boyları göklere erişen ağaçlara sarılmış taze baharlar altında salınırlarak hayat bulurlardı. Bu sebepledir ki Türk hükümranlıkları olan Osmanlı, Safevi, Selçuklu ve Babür imparatorluklarından günümüze erişmiş olan minyatürlü eserlere baktığımızda sevgililer, daima renkli çiçeklerle donatılmış bahar bahçelerinde, pek yakın bir biçimde sahnelenmişlerdir.

Bu arada yeri gelmişken söylemek isterim ki Avrupa’da kesme çiçek dükkânları daha ortada yok iken sadece 17. yüzyıl Osmanlı İstanbul’unda yüzlerce kesme çiçek dükkânın bulunmaktaydı. Yine söylemek gerekir ki Osmanlı İmparatorluğu’nda çiçekler yalnızca sevgililer arasında bir duygu göstergesi değildi. İşte size bugünkü diplomasi anlayışından oldukça farklı olan ve Batı diplomasisinde hiç yer bulmamış olan bir bilgi. Biliyor musunuz İstanbul’a ulaşan bir elçilik heyetine hoş geldin demek maksadıyla gönderilen üç şey vardı. Onlarca tabla/sepet içinde taze meyvelerin, onlarca sahan içinde şekerlemelerin ve onlarca tabla üzerinde ise kokulu çiçeklerin gönderilmesi idi. Bu usul, imparatorluk protokolünde gelen misafire hoş geldiniz demek idi. Eğer elçilik heyetinin gidişinde bir olağanüstülük yok ise güle güle demek için de aynı usul tatbik edilirdi.

Unutmadan padişahın kızlarıyla evlenecek olan bir damat namzedinin de sultan için bir hayli çiçek alması olağan bir şey idi. Ancak bu da gelişi güzel yapılmaz protokol kaidelerine riayetle gönderim yapılırdı. Mesela hatırladığım kadarıyla III. Mustafa’nın kızı Beyhan Sultan’ın nişanında Damat Halep Valisi Vezir Silahtar Mustafa Paşa otuz üç tabla, sultanın annesine de on tabla çiçek göndermişti.

Şaşırmaya devam ediyorum. İnanılır gibi değil. Peki ama istenildiği anda gerekli çiçek ihtiyacı kolaylıkla karşılanabiliyor muydu? Bu kadar çok çiçek nereden geliyordu?

İnanın anlattıklarım yorumdan ötede kaynaklardan hareketle hakikat dairesinde verdiğim bilgilerdir.

Doğru ya esas bundan bahsetmedik.

Evet, istenildiği anda istenildiği ölçüde çiçek tedariki kolaylıkla görülüyordu. Çünkü gerek çiçekçi esnafının yetiştirdiği çiçekler gerekse İstanbul ve civarında hanedana ait olan bahçelerde dilendiği kadar çiçek bulunmaktaydı. Hatta evrensel çiçek kültürü üzerine ciddi bir eser kaleme alan Batılı bir yazarın, Edirne’den itibaren insanların karşılarına çıkan geniş bahçelerden “İstanbul’un 1453’teki fethinden ve Topkapı Sarayı’nın inşasından çok önce Türk hükümdarların himaye ettiği bahçelerin uzantılarıydı. Daha Edirne’deyken, muhtemelen Granada (İspanya) dışında tüm Batı’ya kıyasla daha iyi tekniklere sahip olan Osmanlılar, süs amaçlı bahçelere özel bir ilgi göstermişlerdi.” diye bahsettiğini çok iyi hatırlıyorum. Düne ait ne şahane bir tanım ve bugüne ait ne üzücü bir gerçek değil mi? Bugün o bahçeleri seyretmek bir hayal gibi…

Neyse. Bu güzel konu içinde değişen İstanbul’u konuşmak olmaz. Konuya dönelim.

Saray için ihtiyaç duyulan çiçekler yalnızca İstanbul’da (Suriçi/Tarihi Yarımada) bulunan saray bahçelerinden sağlanmazdı. Bostancıların hizmet gördükleri ve Bostancıbaşı’nın nezâreti altında yalnızca İstanbul’da bulunan ve saraya ait olan bahçelerin sayısı 16. yüzyılda 20-40, 17. yüzyılda 45-75 ve 18. yüzyılda 55-70 arasında değişkenlik göstermiştir. Bu bağlamda saraya ait olan ve içlerine günübirlik istirahatler için yapılmış köşkler, kasırlar bulunan Rumeli yani Avrupa yakasında İskenderpaşa, Florya, Karabali (Kabataş’ta), Kâğıthâne, Çırağan, Karaağaç (Haliç), Ihlamur, Bebek, Baltalimanı, Emirgân, Kalender (Yeniköy’de) ve Büyükdere bahçelerini; Anadolu yakasında Fener, Üsküdar, Kandilli, Kuleli, Göksu, Küçüksu, Çubuklu, Sultaniye ve Tokad bahçelerini saymak mümkündür.

Bu bahçelerde seyirlik çiçeklerin dışında yetiştirilen çiçekler padişahın sarayına ve hanedana ait diğer saraylara takdim edilir, buralarda ya toprağa dikilir yahut kesme olarak vazolara yerleştirilerek mekânların süslenmesinde kullanılırlardı. Dağıtımın ardından kalan çiçekler, çiçek dükkânlarına satılır ve parası gelir kaydedilirdi.

Anlaşılan karşımızda bir zamanlar kendi kendine yeten bir şehir varmış. O zaman bu anlatımlardan sonra İstanbul’un ve sarayın çiçek ihtiyacı yine İstanbul’dan karşılanıyordu diye bir sonuç çıkarabilir miyiz?

Evet bu yorum büyük payda doğrudur. Zira gerek saydığım bahçeler gerekse halkın kendilerine ait küçük bahçeleri bir yana konulursa bir de İstanbul surlarının dışında kalmakla tüm sur boyunca kilometrelerce uzanan bostanlar başşehrin önemli bir tedarik alanıydı. Yakın zamana kadar da işlevi devam eden bu bostanlar halkın günlük ihtiyacı için çoğu kere yeterlilik gösterirdi. Ancak çiçeklere ait tohumlar, soğanlar ve fidanlar her zaman İstanbul’u çevreleyen bahçeler içinde yeterli gelmezdi. Bu sebeple imparatorluğun sair yerlerinden saray emri ile ücretleri karşılığında bazı taleplerde bulunulurdu.

Mesela 1576 yılında saray için Halep Beylerbeyiliği’nden sümbül soğanı; 1587 yılında da Edirne’den 400 kantar kırmızı gül, 300 kantar sakız gülü fidanı talep edilmiştir. 1592 senesinde ise Maraş yaylalarından ve dağlarından 50.000 ak sümbül, 50.000 gök sümbül soğanı acele olarak İstanbul için talep edilmiştir. Anlaşılan o ki tahmin edilemeyen bir duruma karşı yetersizlik söz konusudur.

Bu kadar çok sayıda bahçe içinde yalnızca çiçekler mi bulunurdu? Ağaçlara da en az çiçekler kadar önem verildiğinden bahsedebilir miyiz?

Elbette ki, bahçe demek yalnızca çiçek demek olamazdı. Ağaçlar da bu bahçelerde önemli bir yer tutardı. Edirne Sarayı’nın bulunduğu mevki, coğrafya ve yerleşim sahası itibariyle zaten tabi bir ağaçlığa sahipti diyebiliriz. Ancak bu durum İstanbul için çok da geçerli olmasa gerektir. Yahut da bir başka değişle yeteri kadar ağaçlık değildi. Nitekim bunu destekleyen en önemli gösterge İstanbul Fatihi Sultan II. Mehmed devrinde karşımıza çıkmaktadır. Elimize ulaşan bilgilere göre 1458- 1467 yılları arasında Yeni Saray bahçelerine yani bugün yanlış olarak Topkapı Sarayı olarak anılan saray yapısının bahçelerine 20.000 servi, çınar ve çeşitli ağaç türlerinin bizzat padişah emriyle diktirilmiştir. Ayrıca yine aynı devirde Kasımpaşa ve Hasköy’de vücuda getirilmeye başlanan Tersane (Aynalıkavak) Sahilsarayı’nın bahçesine de padişahın planına uygun olarak 12.000 servi ağacı satrançvari dikilmiştir. Sahilsarayın Okmeydanı’na kadar ulaşan geniş bahçesinde yine meyve, çınar, salkım söğüt, şimşir ve fıstık çamlarının da dikilmiş olduğu bilinmektedir.

Bu ağaçlandırmalar esnasında kullanılacak olan fidanlar çoğunlukla tersaneye de ağaç sağlayan sahalardan tedarik edilirdi. Nitekim daha geç bir tarihte, 1735 senesinde dahi saray bahçeleri için İzmit, Karamürsel ve Yalova’dan servilerin yanı sıra çınar, dişbudak, ıhlamur, karaağaç, çitlembik, meşe, defne, erguvan ve ahlat gibi ağaçlardan taze, aynı boyda ve düzgün fidanlar hâlinde 4.000 adet talep edildiği görülmektedir.

İstanbul’un her bir köşesinde cennet gibi birçok bahçenin olması çok etkileyici. Bugün onların yok olmuş olması çok üzücü. Bu bahçeleri görenler veya oralarda yaşayanlar ne kadar şanslılardı.

Maalesef çok üzücü. Ama haklısınız. Bu bahçeler, bu dünyada insan eliyle vücuda getirilmiş olan ve her biri ayrı bir cennet tasviri gibi ortaya çıkan yerlerdi. Bu bahçelerin düzenlenmesinde hakikaten de Kur’an-ı Kerim’de geçen Cennet ayetlerinin dikkate alındığına hiç şüphe yoktu. Altından ırmaklar akan köşkler, kokulu çiçekler, dünyanın gamından uzak olup muhabbetle salınıp gezen hükümdar ve ailesi bu bahçelerde dünya cennetinden istifade ederlerdi. Nitekim 16. yüzyılda İstanbul’a gelen Alman elçilik heyetiyle İstanbul’a gelen ilahiyatçı Gerlach, Üsküdar Sarayı’na yaptığı bir geziyi anlatırken “Çok geniş ve yüksek, yaldızlı kubbelerle bezeli, sular fışkırtan son derece zarif, beyaz mermerden çeşmelerle donatılmış saltanat sarayına götürüldük. Bu bina tamamen şeffaftı ve halılarla kaplıydı. Hükümdarın gün içinde oturduğu, yemek yediği ve geceleri uyuduğu tüm odaları inceledik. Hepsi mermer ve altından. Düzenli bir şekilde ekilmiş kokulu bitkiler, çiçekler ve her türlü ağaçla dolu bahçe, adeta erken gelmiş bir cennetti.” şeklindeki tasviri bu cenneti en iyi anlatan cümlelerden sadece biridir.

Padişaha ait olan bu cennet bahçeleri çok çeşitli olmakla, daha sonraki yüzyıllarda sultanların saraylarında da oldukça çeşitli peyzajlarla karşımıza çıkmaktadır. Mesela Mimar Melling, III. Selim’in kız kardeşi Hatice Sultan’ın Ortaköy-Kuruçeşme arasındaki Neşetâbâd Sarayı’nın kısmi onarım ve iç dekorasyonunu yapmıştır. Bundan hoşnut olan Hatice Sultan bahçeleri de gözden geçirmesine müsaade etmiş ve nihayetinde Melling, sultanın bahçesini o tarihlerde çoktan oldukça gelişmiş bir peyzaja kavuşmuş olan Avrupa tarzında düzenlemiş idi. Dillere destan sahilsarayın bahçesinde labirentli olarak inşa ettiği bahçede leylak, akasya ve gül ağaçları dikilmişti.

Peki ya şimdilerde yavaş yavaş içine girdiğimiz lale zamanını da göz önüne alarak soruyorum. Lalenin bizdeki hikâyesine gelmeden Avrupa’daki hikâyesini anlatmaya ne dersiniz?

Orta Asya’ya ait bir çiçek olan lale Anadolu topraklarına Türkler tarafından getirilmiş olmalıdır. Bildiğim kadarıyla 12. yüzyıldan önceki bir tarihte Anadolu için lalenin varlığından söz edilemez. Osmanlı İmparatorluğu’nda daimî olarak bilinir, kıymet verilir bir çiçek idi. Bununla birlikte lalenin Avrupa tarafından elle tutulur, gözle görülür olması ancak 16. yüzyılda olmuştur. Bu gidişin ilk hikâyesi Muhteşem Sultan Süleyman saltanatında İstanbul’a gelen Avusturya Elçisi Ogier Ghiselin De Busbecq’e dayanır.

Busbecq’in İstanbul’da bulunduğu zamanlar lale mevsimin tesadüf etmiş olacak ki pek çok genç erkeğin kulağına farklı renklerde laleler taktığına tanıklık etmiştir. Busbecq, dikkatini çeken bu durum karşısında gençlerden birine işaret ederek o nedir diye sorduğunda, karşısındaki Avusturyalının neyi işaret ettiğini anlamayan genç, başlığını soruyor zannederek onun bir tülbent olduğu cevabını almıştır. Peki genç böyle söylemiştir de Busbecq ne işitmiştir dersiniz “Tulipan”. İşte buyurun size meşhur “tulip” adının hikâyesi…

Bu da yetmezmiş gibi Busbecq ülkesinde var olmayan bu kokusuz ancak endamlı çiçeklere ait soğanları büyük bir heyecan ile tedarik ederek. Gizlilik içinde kitap sandıklarına saklayarak ülkesine göndermiştir. Böylece laleye Avrupa yolu gözükmüştür…. İşte bu sebeple daha o tarihlerde Augsburg’da Hewart’ın bahçesinde çiçek açan lâle türü İsviçreli Botanist Konrad Gesner tarafından “Tulipa Turcarum” yani Türk Lalesi olarak adlandırılmış ve literatürde böylece kalmıştır.

Meşhur Lale Devri ve laleler hakkında neler söyleyebiliriz? Böyle bir devir tarihte başka bir yerde yaşanmış mıdır?

Ahh Lale Devri… Kim bilir İstanbul için ne mesut ve tarife sığmaz zamanlardı. 1718-1730 seneleri arasında yaşanmış şiir, şarkı, çiçek, kuş, ışık, renk dolu aralıksız devam eden tam 12 sene, 12 sene… Dünya tarihinde eşi benzeri olmayan zamanlar… Düşününüz ki bir çiçek büyük bir imparatorlukta bir devre adını veriyor. Bu devir pekâlâ III. Ahmed Devri, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Devri olabilirdi ama olmadı. Bir çiçeğin adı devrin padişahının da damat olan sadrazamının adını hem gölgede bırakmış hem de ölümsüzlüğe kavuşturmuştur.

Dediğim gibi Lale Devri 1718 ile 1730 seneleri arasında İstanbul’da 12 sene boyunca aralıksız olarak yaşanmış bir devri ifade etmektedir. Bu devirde 2.000 çeşit lalenin olduğu, 1.000 altına satılan lalenin varlığı bilinmektedir. Pek çok kimse yeni laleler vücuda getirebilmek için denemeler yapmakta, göz alıcı lalelerin sayısı gün geçtikçe artmakta, gittikçe güzelleşmektedir. Evet, hem lale çeşitlerinin artması hem de fiyatların bu denli yükselmesi İstanbul’da kontrolü mümkün olmayan ciddi bir lale piyasasını yaratmıştır ki nihayet saray bu işi kontrol altına almaya mecbur olmuştur.

Hoş, böyle bir piyasa Avrupa’da, Hollanda’da çok daha erken bir tarihte önemli bir hâle gelmişti. Daha 16. yüzyılda Hollanda’da dünyanın ilk özel emtia para piyasası olma özelliği taşıyan bir lale piyasası meydana gelmiş, pek çok meşhur isim servetlerini buraya yatırmıştı. 1636-1637 senesinde öyle büyük sıkıntılar yaşanmıştı ki pek çok ismin serveti erimeye mecbur olmuştu. İşte bu lale meselesi için bu tarihlerde “Lale Deliliği” mânâsında “Tulipomania” diye bir tabir çıkmaya mecbur olmuştu.

18. yüzyılda yaşanan bu devir, lalenin tüm Türk dünyasında şahikasına ulaştığı bir zaman olmuştur. Bugüne erişmeyen pek çok köşk, kasır, saray, bahçeler, çağlayanlar bu tarihte inşa edilmiştir. Bugünkü Kâğıthane ile uzaktan yakından bir alakası olmayan bir rüya bir zamanlar Versay bahçelerinin yorumlanmış bir örneği olarak burada, İstanbul’da bulunuyordu. Çağlayan adı da o zamandan bizlere yadigârdır.

Lale Devri’nin en gözde mekânı ise Çırağan’dır. Zira lale, sümbül zamanı demek aynı zamanda kandil/çerağan eğlenceleri demekti. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından inşa ettirilen Çırağan Yalısı’nın yukarı sırtlara kadar uzanan bahçesinde 500.000 lale soğanın var olduğu söylenmektedir. Kâğıthâne halkın ve devlet adamlarının lale, çereğan eğlenceleri için ayrılmış bir yer olarak kabul edilse de bu devirde en büyük seyirlik Çırağan doğrudan padişah ve ailesinin eğlencesi için hususi olarak düzenlenir, padişah burayı sık sık şereflendirirdi.

Peki ya Lale Devri’nin meşhur şairi Nedim? O bu devrin neresindedir?

Elbette yahu Nedimsiz bir Lale Devri’nden bahsetmek mümkün müdür? Asla!

Lale Devri’nin meşhur şairi, İstanbul’un binbir âşığı içinde en meşhurlarından olan Nedim, bu şiirini, 300 yıl evvel ve tam da İstanbul’da çiçeği konuştuğumuz şu zamanlarda kaleme almıştı. Cihandaki o eşsiz zamanları gören Nedim de gördüklerini tasvir etmekten geri durmamıştı. Bu devirde kaleme aldığı meşhur İstanbul Kasidesi’nde İstanbul’un misli olmayan güzelliğini tasvir ederken;

O, iki deniz arasında tek parça bir mücevher gibidir,

Cihanı aydınlatan güneş ile tartılsa yeridir.

Cennet onun üstünde midir altında mıdır?

Doğrusu onun hali, suyu, havası ne hoştur.

Her bahçesi bir hoş çimenlik,

Her köşesi bereket ve zevk dolu meclistir.

diye yazan Nedim, Lale Devri’ni ve Çırağan eğlencelerini de en az o kadar eşsiz bir şiir ile taçlandırmış, bestelere güfte olan kelimelerini tarihe not düşmüştür. Bu sebeple kanaatimce Nedim ve Lale Devri için bu şiiri söylemek yeterli gelmelidir:

Erişti nev-bahar eyyâmı, açıldı gül-i gülşen

Çerâğan vakti geldi lâlezârın dîdesi rûşen

Çemenler döndü rûy-i yâre reng-i lâle vü gülden

Çerâğan vakti geldi lâlezârın dîdesi rûşen

(Geldi ilkbahar günleri, açıldı güller ve gül bahçeleri; Çırağan vakti geldi, lale bahçelerinin gözü aydın; çimenler lale ve gülden âdeta sevgilinin yüzüne dönüştü; Çırağan vakti geldi, lale bahçelerinin gözü aydın.)

Açıldı dilberin ruhsârı gibi lâleler güller

Yakıştı zülf-i hûban-veş zemîne saçlı sünbüller

Nevâ-sâz olmada bin şevk ile âşüfte bülbüller

Çerâğan vakti geldi lâlezârın dîdesi rûşen

(Açıldı, alımlı güzelin yanağına benzeyen laleler ve güller; yakıştı güzellerin saçı gibi yere kadar uzayan sümbüller; şarkı söyler bin istekle oynaşan bülbüller; Çırağan vakti geldi, lale bahçelerinin gözü aydın.)

Nedim’in bu şiiri geçtiğimiz asırda Ârif Sami Toker tarafından bestelenmiştir. Bendeniz bu dillere destan şiirini her lale, sümbül mevsiminde senelerdir bıkmaksızın rahmetli Sabite Tur Gülerman’ın sesinden defalarca dinler, bu mevsimi karşılar, o devri anarım.

Son olarak bütün bu bahsettiğiniz renkli ve zevkli dünyadan sonra bugünün İstanbul’unda çiçeğe dair neler söylemek istersiniz?

Efendim, ne yazık ki İstanbul ve çiçeği bugün bir bütün hâlinde düşünmek pek mümkün değil. Bir kere sokaklarda insanların, gençlerin elinde çiçek görmüyoruz. Evet bugün maddi olarak zor zamanlardan geçildiği âşikârdır. Lakin çiçek alamıyorsanız çiçek seyrine varırsınız. Çiçek seyri derken kameraların kadrajlarından görünenlerden bahsetmiyorum. Hakiki gözlerin gördüğü, doyduğu seyirliklerden bahsediyorum. Ne yazık ki bugün İstanbul’da yaşayan büyük çoğunluk, lale mevsiminde bu güzelim çiçekleri ancak birer çekim vasıtası olarak kullanmaktadırlar. Yoksa lale bahçelerine mesela Emirgân’a, Fethi Paşa’ya gidip, bir köşede durup insanları seyretseniz gelenlerin çoğunun tek derdinin fotoğraf çekmek ve onu paylaşmak olduğunu görürsünüz.

Çiçek bu değildir efendim? İstanbul bu değildir? Lale Devri bu değildir? Şehirli olmak bu değildir? Medeniyet bu değildir? Kültür bu değildir?

Doğru anlam kazanmamış, üzerine doğru düşünülmemiş her şey sadece ziyandır. Nefes almak yaşamak, bir şeye bakmak onu görmek demek değildir. İnsan baktığı şeyi kendi ruhunda kıymetlendirmelidir. Birilerine bir şeyler göstermek gayesiyle yapılan şeyler sunidir. Suni olan her şey en sonunda kendini açığa vurur. Bunun için doğru anın gelmesi yeterlidir ve hayat böylesi bir an ile karşılaşılması için ne çok kısa ne de çok uzundur. Tam olması gerektiği kadardır. Bu sebeple çiçekleri koklamak, tabiata dokunmak, Orhan Veli’nin dediği gibi İstanbul’u dinlemek dinlerken de İstanbul’u seyretmek anlayana, kadir kıymet bilene büyük bir hazinedir. O hazinenin, hakikatinin farkında olmayanlar ise şüphesiz ki kendilerinin de farkında olmayan, suniliklerini hayatın hakikati bilenlerdir.

Vah ki ne vah…

Belki de bu sebepledir ki canım efendim, nasıl ki balıklar denizin içindedir ve denizi bilmezler ise cihanı süsleyenin, cihanın içinde olduğunu da onu aramayı da insanlar bilmezler.

Ama bilmek lâzımdır efendim bilmek. Hakikati bilmek, görmek, seyretmek gerektir.

İlginizi Çekebilir
SONRAKİ HABER