BIST 100 9.640 DOLAR 34,66 EURO 36,65 ALTIN 2.943,42
10° İstanbul
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyon
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkari
  • Hatay
  • Isparta
  • İçel
  • İstanbul
  • İzmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce

Kamera sistemleri Cumhurbaşkanlığı'na bağlandı

Kamera sistemleri Cumhurbaşkanlığı'na bağlandı

CHP Genel Başkan Başdanışmanı ve İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak bütün kamera izleme sistemlerinin Cumhurbaşkanlığı'a bağlandığını açıkladı. Toprak, İç Politika, Dış Politika ve Ekonomi isimli üç başlıktan oluşan bir rapor paylaştı.

Toprak Kamuoyu ile paylaştığı raporunu ‘İç Politika, Dış Politika ve Ekonomi adı altında üç başlık altında topladı.
Toprak yaptığı açıklamada, “İstanbul Takviye Hazır Kuvvetleri ve Stratejik İletişim ve Kriz Yönetimi Birimi kurulmasının ardından tüm kamera izleme sistemlerinin Cumhurbaşkanlığına bağlandığının açıklanması, dikkat çekicidir!” dedi.

CUMHURBAŞKANLIĞI BÜNYESİNDE BİR TÜR ‘GÖLGE İSTİHBARAT TEŞKİLATI'

CHP İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak, “Geçtiğimiz hafta yayınlanan bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı bünyesinde aynı başkana bağlı Stratejik İletişim ve Kriz Yönetimi Başkanlığı kuruldu. Geniş yetkilerle ve imkânlarla donatılan bu birimin ülke içinde ve dışında aleyhte yayınlarla, haberlerle, kara propaganda ve diğer girişimlerle mücadele etmesi, karşı faaliyette bulunması, istihbarat toplaması öngörülüyor. Oldukça kapsamlı mali olanaklar sağlanan ve bağış-hibe kabul etme yetkisi de verilen bu birimin kuruluş, yetki ve görevlerine bakıldığında Cumhurbaşkanlığı bünyesinde bir tür ‘Gölge İstihbarat Teşkilatı’nı andırıyor' ifadelerine yer verdi.

'Geçtiğimiz yıl 18 Nisan’da çıkartılan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle kuruluşu gerçekleştirilen GAMER ile ilgili çalışma ve faaliyetlerin çıkartılacak yönetmelikle düzenleneceği belirtilmektedir. 2016 yılı Aralık ayında çıkartılan bir genelgede ise tüm illerde GAMER birimlerinin kurulması yönünde İçişleri Bakanlığı teşkilatına duyuru yapılmış.

Ancak şimdi açıklanan model ile 81 ilin, ilçelerinin tamamındaki kamera GAMER sistemlerinin Cumhurbaşkanlığındaki bir birime bağlanması George Orwell’in ünlü romanındaki ‘Big Brother ve Büyük Gözaltı’ sistemiyle, tüm insanların nefes alışlarının dahi denetlenip kontrol altına alınmasını akla getirmektedir. Devletin istihbarat, güvenlik, asayiş teşkilatlarının dışında ve bunların üzerinde Cumhurbaşkanlığı bünyesinde ayrı bir paralel istihbarat, güvenlik, izleme, dinleme, gözleme, takip merkezi mi bulunmaktadır?' diyen Toprak’ın açıklamasının tamamı şöyle:

İÇ POLİTİKA

1.Tüm kamera izleme sistemlerinin GAMER (Güvenlik ve Acil Durumlar Koordinasyon Merkezi) aracılığıyla Cumhurbaşkanlığına bağlanacağının açıklanması, dikkat çekicidir!

DIŞ POLİTİKA

2.AB Liderler Zirvesi ertelendi, Doğu Akdeniz’de diyalog ve müzakere süreci başlıyor!

3.Lozan Anlaşması’nın tartışmaya açılması, eleştirilmesi kabul edilemez bir siyasi ve diplomatik gaftır!

4.Türkiye karşıtı ‘Doğu Akdeniz Gaz Forumu Örgütü’ anlaşması imzalandı!

dlib’te Rusya tarafından başlatılan hava saldırıları, Moskova Mutabakatı’nın biteceğini gösteriyor!
6.TürkAkım ve Kuzey Akım 2 projelerine SİGORTA yaptırımı!

EKONOMİ

7.TÜGE’de AB tavsiyeli TÜİK kurnazlığı!

MB, uzun bir aradan sonra politika faizini 2 puan yükseltti!
9.MB’nin artırım kararına rağmen, açıklanan yeni faiz yine enflasyonun altında ve negatif!

10.MB-PPK toplantısından sonra yapılan açıklamada, örtülü şekilde iktidarın ekonomi politikaları da eleştiriliyor!

11.Orta Vadeli Plan (OVP) ve Orta Vadeli Mali Program (OVMP) yasanın öngördüğü sürede yayınlanmadı!

12.İthal ürünlere ek gümrük vergisi getiren İktidar, süreyi 31 Aralık’a kadar uzattı!

13 Kredi borç taksiti, vergi, SGK prim taksiti ödemelerinin ertelenmesine yönelik kararların süresi 1 Ekim’de doluyor!

1.İstanbul Takviye Hazır Kuvvetleri ve Stratejik İletişim ve Kriz Yönetimi Birimi kurulmasının ardından tüm kamera izleme sistemlerinin Cumhurbaşkanlığına bağlandığının açıklanması, dikkat çekicidir!

Geçtiğimiz hafta yayınlanan bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı bünyesinde aynı başkana bağlı Stratejik İletişim ve Kriz Yönetimi Başkanlığı kuruldu. Geniş yetkilerle ve imkânlarla donatılan bu birimin ülke içinde ve dışında aleyhte yayınlarla, haberlerle, kara propaganda ve diğer girişimlerle mücadele etmesi, karşı faaliyette bulunması, istihbarat toplaması öngörülüyor. Oldukça kapsamlı mali olanaklar sağlanan ve bağış-hibe kabul etme yetkisi de verilen bu birimin kuruluş, yetki ve görevlerine bakıldığında Cumhurbaşkanlığı bünyesinde bir tür ‘Gölge İstihbarat Teşkilatı’nı andırıyor.

Bunun yanı sıra İçişleri Bakanı Sn. Süleyman Soylu’nun kısa süre önce Aksaray Genç Mucidler Bilim ve Sanat Derneği toplantısında yaptığı ve kamuoyunda fazla tartışılmayan açıklamalarına dikkat çekmek isterim.

Sayın Bakan elektronik çipli nüfus cüzdanlarına ehliyet bilgilerinin de yükleneceğini, önümüzdeki süreçte ise aynı karta banka hesap bilgileri, sağlık bilgileri takibi, sosyal güvenlik bilgileri, e-imza, göz retina taraması, parmak izinin de yükleneceğini ve tek kartta o kişinin tüm özel-kişisel verilerinin depolanacağını ifade ettikten sonra şu çarpıcı duyuruyu yaptı: “Güvenlik ve Acil Durumlar Koordinasyon Merkezi Başkanlığı (GAMER) adıyla yeni merkez kuruldu. Bu merkez birkaç ay içinde çalışmalarına başlayacak. Türkiye’nin bütün lokasyonlarını, bütün kameralarını, asayişini ve trafiğini, toplumsal olay izleme kameralarını bağladığınız ve hakikaten buradan da Cumhurbaşkanlığındaki ilgili birime aktarabileceğimiz olağanüstü bir mekanizmayı ortaya koyuyoruz. İnşallah o da tamamlanmış ve bitmiş olacak”

Geçtiğimiz yıl 18 Nisan’da çıkartılan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle kuruluşu gerçekleştirilen GAMER ile ilgili çalışma ve faaliyetlerin çıkartılacak yönetmelikle düzenleneceği belirtilmektedir. 2016 yılı Aralık ayında çıkartılan bir genelgede ise tüm illerde GAMER birimlerinin kurulması yönünde İçişleri Bakanlığı teşkilatına duyuru yapılmış.

CUMHURBAŞKANLIĞI BÜNYESİNDE AYRI BİR PARALEL İSTİHBARAT

Ancak şimdi açıklanan model ile 81 ilin, ilçelerinin tamamındaki kamera GAMER sistemlerinin Cumhurbaşkanlığındaki bir birime bağlanması George Orwell’in ünlü romanındaki ‘Big Brother ve Büyük Gözaltı’ sistemiyle, tüm insanların nefes alışlarının dahi denetlenip kontrol altına alınmasını akla getirmektedir. Devletin istihbarat, güvenlik, asayiş teşkilatlarının dışında ve bunların üzerinde Cumhurbaşkanlığı bünyesinde ayrı bir paralel istihbarat, güvenlik, izleme, dinleme, gözleme, takip merkezi mi bulunmaktadır?

Bu adımlardan kısa süre önce 21 Ağustos’ta yayınlanan Cumhurbaşkanı kararıyla da hatırlanacağı gibi İstanbul’da başlangıçta asgari 500 özel harekât elemanından oluşmak ve gerektiğinde sayısı daha da artırılmak üzere tam donanımlı takviye hazır kuvvet oluşturulması kararlaştırılmıştı.

İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü’ne bağlı olmaksızın doğrudan Ankara’ya bağlı olacak ve Ankara’dan talimat alacak bu takviye hazır kuvvetin amacının ne olduğunu sorduğumuzda İçişleri Bakanı Elazığ depremi örneğini vererek, Ankara’dan takviye kuvvet göndermenin maliyetli olduğunu yeni yapılanmanın tasarruf amaçlı oluşturulduğunu açıklamıştı.

Sayın Cumhurbaşkanının ‘itibardan tasarruf olmaz’ sözleri ve yönetimdeki olağanüstü israf, lüks, şatafat göz önünde tutulduğunda ‘tasarruf amaçlı özel takviye hazır kuvvet’ inandırıcı görünmemektedir. Art arda güvenlik, acil durum, kriz yönetimi, stratejik iletişim ve muhaberat-istihbarat ile ilgili birimler, merkezler, örgütlenmeler kurulması, bunların hepsinin Cumhurbaşkanlığına bağlanarak tek bir merkezden denetim, takip ve izleme yapılmasının gerçek amacı, operasyonel anlamı ve hedefi nedir?

Dış politikada sıkışık konuma gelen iktidar içeride ekonomideki çöküşle baş edemez durumdadır. Çareyi muhalefeti baskılamak, eski dosyaları açarak davalarla, gözaltı ve tutuklamalarla sindirmek, siyasi gerilim ve tansiyonu yükselterek toplumsal ayrışmaları, karşıtlıkları derinleştirmekte görmektedir.

Bu, ülkemizin birlik beraberliği, toplumun barış ve huzuru, ülkenin toplumsal asayiş ve güvenliği yönünde çok tehlikeli bir gidiştir. Siyasi ikbal ve iktidarın sürdürülmesi uğruna böyle bir süreci gündeme sokmak, zemin hazırlamak kabul edilemez, kimseye getirisi olmaz!

2.Türkiye ile Yunanistan arasındaki Doğu Akdeniz ve Ege’de diyalog ve istikşafi görüşme kararı ardından tansiyon düşüyor. İktidar, artan uluslararası baskılar ve yaptırım tehditleri sonrasında geri adım attı!

TÜRKİYE’YE KARŞI ‘HAVUÇ-SOPA’ POLİTİKASI

24-25 Eylül’de yapılacağı açıklanan ve Türkiye’ye uygulanacak yaptırımların ele alınacağı duyurulan AB Liderler Zirvesi’nin hemen öncesinde sondaj gemisi Oruç Reis’in Antalya limanına çekilmesi ve sonrasında AB Liderler Zirvesi’nin ertelendiğinin açıklanması iktidarın masaya oturma kararını duyurması art arda yaşanan gelişmeler. Bir anlamda Oruç Reis limana çekilerek yaptırım zirvesinin ertelenmesinin sağlandığı bu arada da Yunanistan ile masaya oturularak bir müzakere sürecinin başlatılacağı anlaşılıyor.

Bunun yanı sıra hatırlanacağı gibi Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel, Doğu Akdeniz sorunu için uluslararası bir konferans önerisini gündeme getirerek akabinde Yunanistan ve GKRY’yi ziyaret etmişti. Michel, burada yaptığı açıklamalarda Türkiye’ye karşı ‘havuç-sopa’ politikasının izleneceğini ifade ederek, Yunanistan ve GKRY’ye sonuna kadar destek verdiklerini bildirmişti.

CB Erdoğan, BM Genel Kurulu’ndaki açılış konuşmasında Doğu Akdeniz’deki sorunların çözümü ve gerilimin azaltılması için tüm bölge ülkelerinin katılacağı bir konferans düzenlenmesini önerdi. Charles Michel’in ‘havuç-sopa’ tehdidiyle dile getirdiği Uluslararası Konferans önerisinin Cumhurbaşkanınca Türkiye’nin önerisi gibi sahiplenilerek dünyaya ilan edilmesi, AB ve ABD’den gelen baskılara yaptırım ve ambargo tehditlerine boyun eğildiğini, geri adım atıldığını göstermektedir.

EN BAŞTA YAPILMASI GEREKENİN EN SONUNDA YAPILMAYA MECBUR KALINDIĞININ İTİRAFIDIR!

İktidar her sorunda olduğu gibi Yunanistan ile olan gerilimde de önce AB’ye, ABD’ye, Yunanistan’a, GKRY’ye, Fransa’ya meydan okuma yoluna giderek gerilimi tırmandırdı, sert söylemlerle neredeyse tüm müzakere ve diyalog kapılarını kapatarak hemen askeri seçeneği gündeme taşıdı.

Kaldı ki sorunun tarafları Türkiye ve Yunanistan’dır. Her ne kadar Yunanistan ve GKRY AB üyesi olsalar da muhatap AB değil bu iki ülkedir. Zaten bu iki ülkenin pervasızlığı arkalarına AB’yi almış olmalarından ve AB’yi kullanarak Türkiye’yi tehdit etmeyi hedeflemelerinden kaynaklanmaktadır.

Bütün bunlardan sonra CB İletişim Başkanının ‘Her daim diplomasi öncelikli olmalıdır’ tweeti atarak sosyal medyada paylaşması, en başta yapılması gerekenin en sonunda yapılmaya mecbur kalındığının itirafıdır!

Bu gelişmeler Türkiye’nin en başta tek başına kalacağını, BM ve AB tarafından baskı altına alınacağını ve taviz vermeye zorlanacağını gösteriyor. Yunanistan, sanki taleplerini Türkiye’ye kabul ettirmiş ve müzakere masasına oturtmuş, konuma geldi. Oysa bu süreç çok daha diplomatik, akılcı ve Türkiye’yi haklı konumunda güçlendirecek biçimde yürütülebilirdi!

3.Yunan adalarının göz göre göre silahlandırılmasına yıllardır suskun kalan iktidarın Lozan Anlaşması’nı tartışmaya açması, eleştirmesi kabul edilemez bir siyasi ve diplomatik gaftır!

İktidar, Lozan anlaşmasına göre silahlandırılması hukuk dışı olan, Türkiye’nin bu konuda elindeki en önemli hukuki belge ve güvenceye rağmen Yunan adalarının silahlandırılmasına hep sessiz kaldı. Bu yetmezmiş gibi içerde ve dışarda çok farklı konuşan iktidar sözcüleri, yine benzer bir olay sergileyerek inandırıcılığını yitirdi.

Önce Lozan Anlaşması’nı tartışmaya açtı. Sonra Limni adasının Lozan’a aykırı olarak silahlandırıldığını duyurup, Navtex ilan etti!

YUNANİSTAN NİYETİNİ BAŞTAN ORTAYA KOYMAKTADIR

Bu büyük çelişki, iktidarın dağınıklığını, olayların ciddiyetinin farkında olmadığını, kendi eliyle sürekli şekilde Yunanistan ve GKRY’ye koz verdiğini ortaya koymaktadır. Nitekim Yunanistan Hükümet Sözcüsü Stelios Petsas, iktidarın çelişkili, sürekli yalpalayan tutumundan dolayı çıkıp adaları silahsızlandırmasının söz konusu olamayacağını söyledi. Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis’in Doğu Akdeniz'de yaşanan gerginlikle ilgili yaptığı açıklamada 'Diplomasiye bir şans verelim. Sonuçta, hâlâ anlaşamıyorsak, Lahey'deki Uluslararası Adalet Divanı'nın bilgeliğine güvenmeliyiz' demesi, Yunanistan’ın niyetini daha baştan ortaya koymaktadır.

Yunanistan, masaya oturup uzlaşmaz tutum takındıktan sonra, sorunu Lahey Adalet Divanı’na götürmeyi ve arkasına AB’yi, ABD’yi, Türkiye’nin imzalamadığı BM Uluslararası Deniz Hukuku Anlaşması’nı alarak Doğu Akdeniz ve Ege’deki iddialarını kabul ettirmeyi amaçlamaktadır!

4.Doğu Akdeniz’e kıyısı bulunan ülkelerin Türkiye karşıtı ‘Doğu Akdeniz Gaz Forumu Örgütü’ anlaşmasını imzalayarak örgütü resmileştirmeleri, Türkiye’yi köşeye sıkıştırma, yalnızlaştırma ve dışlama hamlesidir!

Geçtiğimiz yıllarda gayri resmi bir bölgesel ortaklık yapılanması olarak ortaya çıkan Doğu Akdeniz Enerji Birliği, geçtiğimiz hafta Türkiye’yi dışlayıp, tüm bölge ülkelerinin imzaladıkları anlaşma ile Doğu Akdeniz Gaz Forumu Örgütü adı altında resmi kurumsallaşma yoluna gitti. Yunanistan, Mısır ve İsrail’in öncülüğünü yaptığı Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nda (DAGF) İtalya, Ürdün, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi de (GKRY) resmi asıl üye olarak yer aldı ve anlaşmayı imzaladı. Fransa süratle yeni resmileşen DAGF örgütüne üyelik için başvuruda bulunurken, bölge dışından Rusya, ABD ve AB’nin ‘gözlemci üye’ statüsünde DAGF’de yer alacakları duyuruldu.

Anlaşma’nın amacının Doğu Akdeniz ülkelerinin ‘Türkiye’nin tacizlerine ve hukuksuz girişimlerine karşı bölge ülkelerinin birlikte karşı koymaları’ olarak ifade edilmesi, doğalgaz keşfi, üretimi ve pazarlanmasında işbirliği ve ortaklık ile üye ülkelerin elektrik şebekelerinin denizaltından birleştirilmesine kadar kapsamlı bir enerji ortaklığını içermesi dikkat çekicidir!

DAGF’nin merkezinin Kahire’de olması kararlaştırılırken, Mısır’ın aynı zamanda bölgenin ‘doğalgaz-enerji merkezi’ konumuna getirilmesi de mutabakata varılan başlıklar arasında. DAGF’nin resmi olarak kuruluşunun ilanından hemen sonra İsrail’in Birleşik Arap Emirlikleri’nin de (BAE) örgüte asıl üye olarak kabul edilmesi yönünde öneri getirmesi örgütün Türkiye karşıtlığı hedefini daha da belirginleştiriyor. İsrail ayrıca Filistin Özerk Yönetimi’nin de DAGF üyesi olduğunu açıkladı. Üye ülkeler, ulusal elektrik şebekelerini de Akdeniz'de Mısır'dan Avrupa ülkelerine uzanacak geniş bir su altı kablo ağı ile birleştirmeyi, sadece doğalgaz alanında değil her türlü enerji türünde ortaklık ve işbirliği yapmayı, ortak hareket etmeyi öngörüyor.

DAGF’nin aynı zamanda, gaz üreticileri, tüketicileri, ithalatçıları ve transit geçiş ülkelerini tek bir çatı altında toplayan ilk uluslararası örgüt olduğu kaydedilirken, yatırımcılar, gaz satıcıları ve finansman kurumları dahil olmak üzere hükümetler ve paydaşlar arasında kalıcı bir diyalog platformu olarak faaliyet gösterileceği açıklandı.

DAGF ÜYELERİNİN TÜRKİYE KARŞISINDA BLOK OLARAK YER ALMASI SÖZ KONUSU

DAGF’nin hedefleri arasında Lübnan, Suriye, İspanya, Portekiz ve Cezayir’in de örgüte üye olması ve Hindistan, Çin, Güney Kore ve Japonya gibi büyük enerji ithalatçılarıyla satış ve tedarik anlaşmaları imzalanması yer alıyor. Üyelik koşullarını ve üye ülkelerin kendi aralarındaki deniz sınırı anlaşmalarını kabul etmesi durumunda ileride Türkiye’nin de üyeliğe alınabileceği dile getirildi.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) daimi üyesi Fransa’nın üyelik için başvurması diğer daimi üyeler ABD ve Rusya’nın yanı sıra AB’nin de gözlemci statüsünde oluşumda yer alması, DAGF’yi BM nezdinde ve uluslararası açıdan etkin ve güçlü konuma taşıyabilecek. Bu açıdan deniz sınırları ve münhasır ekonomik bölgeler konusunda Ege ve Doğu Akdeniz’de olası anlaşmazlıklar ve BM’nin devreye girmesi durumunda da DAGF üyelerinin Türkiye karşısında blok olarak yer alması söz konusu olacak.

İktidarın yaklaşımı bu kez DAGF’ye sert tepki ya da kuruluş anlaşmasını ‘yok hükmünde’ saymak yerine daha ılımlı bir söylemle yansıtıldı. CB Sözcüsü Doğu Akdeniz’deki kıyıdaş ülkelerin katılımıyla adil, paylaşımcı bir enerji platformu konferansı, ya da süreci başlatılmasına olumlu baktıklarını ifade etti.

Enerji devi küresel şirketlerin, bölge ülkelerinde, münhasır ekonomik bölgelerde çok önceden arama-sondaj-gaz çıkarma ruhsatları almış olmaları olası anlaşmazlıklarda bu şirketlerin ülkelerinin bölgeye askeri müdahalede bulunması ihtimalini gündeme getiriyor. ABD’nin GKRY’ye silah ambargosunu kaldırarak silah satışlarına olanak sağlaması, GKRY ordusunun eğitimi ve teçhiz edilmesine yönelik anlaşma imzalaması ve Güney Kıbrıs’ta üs planları yanında, Yunanistan-Mısır arasında imzalanan deniz sınırları anlaşması da bölgedeki olası anlaşmazlıkları askeri boyuta taşıyabilecek gelişmeler olarak görülmeli. Bölgedeki anlaşmazlıklarda giderek Türkiye’nin karşısında sadece Yunanistan, GKRY ya da Mısır’ın değil DAGF’ye üye tüm devletlerin olacağını öngörmek yanlış olmayacaktır.

Tüm bu olumsuz gelişmelere karşın, DAGF üyelerinin çıkaracağı doğalgazın en önemli hedef pazarının Avrupa olduğu dikkate alındığında ve boru hattı güzergâhı için en uygun ve ekonomik seçeneğin Türkiye olması göz önünde tutulduğunda bu durum müzakere ve pazarlık açısından Türkiye’nin önemli bir kozu olabilir

5.İdlib’te Rusya tarafından başlatılan hava saldırıları, Moskova Mutabakatı karşısında Rusya’nın Şam yönetimi ile birlikte yeni bir tutuma yöneldiğini göstermektedir!

Suriye ordusunun İdlib’te başlattığı harekâtta hızla ilerlemesi ve kontrol alanını genişletmesi üzerine iktidarın Suriye ordusunun karşısına asker yığması sonrasında Türkiye ile Rusya arasında Mart ayında Moskova’da ateşkes mutabakatı imzalanmıştı. Geçen altı aylık sürede ise mutabakatta yer alan taahhütlerin hemen hiç birisi gerçekleşmedi. Bir süredir Rusya’dan bu taahhütlerin yerine getirilmesindeki gecikmelerden duyulan memnuniyetsizliği içeren açıklamalar geliyordu.

Geçtiğimiz hafta Rus savaş uçakları İdlib’e yoğun hava saldırıları ve bombardımanlar gerçekleştirmeye başladı. Cihatçı mevzilerinin imhasına yönelik hava harekâtı genişlerken bölgede yığınak yapan Suriye ordu birlikleri de karadan cihatçı gruplara saldırılara hız verdi. Rusya ve Şam yönetiminin, Türkiye’nin Libya’da desteklediği Trablus yönetimi içersinde derin çatlakların ortaya çıkması, Sarrac yönetimi içinde çift başlılık ve iktidar mücadelesinin sertleşmesi yanında, Doğu Akdeniz’de yükselen tansiyon ve Türkiye’ye yönelik yaptırımların gündeme getirilmesini İdlib’te operasyonlara girişmek için zamanlama açısından uygun bulduğu anlaşılıyor.

TÜRKİYE’DE BAKANLIKLAR MÜZAKERELERE YÖNELİK HERHANGİ BİR AÇIKLAMA YAPMADI

Yoğun bir dış politika baskısı altında olan Türkiye’nin çok yönlü mücadelesi sürerken Rusya’nın İdlib’te şiddetli hava saldırılarına girişmesi ve iktidarın buna karşı suskun kalması dikkat çekicidir. Rusya İdlib bombardımanlarının ardından Ankara’ya da bir askeri heyet göndererek İdlib’teki duruma yönelik yeni bir müzakere süreci başlattı. Türkiye’de Dışişleri ve Milli Savunma Bakanlıkları müzakerelere yönelik herhangi bir açıklama yapmadı.

Rus Dışişleri ve Savunma Bakanlığı yetkililerine atfen Rusya medyasına sızdırılan haberlere bakıldığında Rusya’nın İdlib’te ateşkesin bittiğini ilan ettiği ve bunu Türk tarafına bildirdiği, ayrıca TSK’nın İdlib’deki askeri varlığını azaltmasını istediği dile getiriliyor. Suriye ordusunun kuşatması altında kalan TSK gözlem noktaları başta olmak üzere, M4 karayolunun güneyindeki Türk askeri varlığının kuzeye çekilmesi, Halep-Lazkiye yolunun ticarete açılmasının sağlaması da Rusya heyetinin talepleri arasında sıralanıyor.

Yine Rus medyasına sızdırılan bilgilere bakılırsa, Türkiye’nin de İdlib’de azaltılması istenen askeri varlık ve boşaltılması istenen gözlem noktalarıyla ağır silahların tahliyesi karşılığında Rusya’dan, Menbiç ve Tel Rıfat’ın Türkiye’nin kontrolüne devredilmesini, Fırat'ın doğusundaki Kürt birliklerinin sınırdan uzaklaştırılması konusunda verilen sözün tutulmasını istediği ancak Rus tarafının bu talepleri kabul etmediği kaydediliyor.

Türkiye Rusya’nın taleplerine hayır derse İdlib’te bir Türk-Rus çatışması ihtimalinden söz edilse de kanımca bu söz konusu olmayacaktır. Rusya Libya ve Doğu Akdeniz’deki sıkışıklığı fırsat görerek İdlib’te taviz kopartmayı, bölgedeki TSK varlığının azaltılmasını, Suriye ordusunun kontrolünün genişletilmesini sağlamak istemektedir. Eninde sonunda cihatçıların tasfiyesinin Rusya ve Suriye ordusu tarafından gerçekleştirilmesinin planlandığı görülmektedir. Hava saldırılarının başlatılması ve Suriye ordusunun da karadan şiddetli topçu ateşi ve füzelerle saldırıya geçmesi bunu göstermektedir.

İdlib sıkıntısı ve binlerce cihatçının varlığı sınırlarımızın hemen ötesinde yakıcı bir sorun olarak varlığını sürdürüyor. Barışçı bir çözüm mümkün görünmediği gibi askeri operasyonlu çözüm ise sınırlarımıza cihatçı ve sivil mülteci akını tehdidini sürekli şekilde canlı tutmaya devam ediyor!

ABD yönetiminin yaptırım kapsamına aldığı TürkAkım ve Kuzey Akım 2 Rus doğalgaz boru hattı projelerinin yapımı devam ederken, yaptırım tehdidinin ilk etkisi “sigorta şirketleri” üzerinde görüldü!
Karadeniz altından geçip Trakya’ya ulaşan bölümü tamamlanarak Ocak ayında resmi açılışı yapılan TürkAkım doğalgaz boru hattının Avrupa’ya uzanan bölümünün inşaatı devam ediyor. Aynı zamanda Baltık Denizi üzerinden kuzeyden dolaşarak Almanya ve Orta Avrupa’ya inen Kuzey Akım2 doğalgaz boru hattı da tamamlanmak üzere. Trump yönetimi daha önce yaptığı açıklamalarda her iki doğalgaz projesinin Avrupa’yı Rusya’ya bağımlı hale getireceğini öne sürerek AB ülkelerini bu anlaşmalardan vazgeçmeye çağırmıştı. Özellikle Almanya’nın sert tepkisi ve egemenlik haklarına müdahale uyarısı ile ortaya çıkan anlaşmazlık sürecinde geçtiğimiz ay ABD yönetimi her iki projeyi de yaptırım kapsamına aldığını açıkladı.

Söz konusu doğal gaz projelerinde yer alan inşaat, altyapı, kara ve deniz taşımacılığı şirketleriyle, boru ve teçhizat üreticilerini, projeye finans sağlayan kuruluşları yaptırım kapsamına alacağını ilan eden ABD yönetiminin bu girişimi sonrasında bazı Avrupa şirketleri projeden çekilme ve teçhizat tedarikinden vazgeçme kararı aldılar.

TÜRK ŞİRKETLERİ GÖREV ÜSTLENMİŞ DURUMDA.

Ancak Gazprom, projelerin kesinlikle tamamlanacağını ve takvime uygun şekilde bitirilerek gaz sevkiyatına başlanacağını ilan etti. Biri 11 diğer 16 milyar dolar tutarındaki yatırım projelerinden TürkAkım’a yönelik yaptırım kararı Türkiye’yi de ilgilendiriyor. Aynı zamanda hattan ihtiyacı olan doğalgazı da çekecek olan Türkiye’de Gazprom’un Türk partneri BOTAŞ’ın da yaptırımlardan etkilenmesi söz konusu. Bunun yanı sıra boru hattı inşaatında, çelik boru ve teçhizat temininde beton ve çimento işlerinde de Türk şirketleri görev üstlenmiş durumda.

ABD’nin yaptırım tehditleri ardından geçtiğimiz hafta yaşanan kritik bir gelişme, projelerin hayata geçirilmesinde sıkıntı yaratabilecek. Dünyanın en büyük 13 gemi sigorta şirketinden oluşan P&I Kulüpleri Grubu (IGP&I) yaptığı açıklamada, yaptırıma uğramamak için Kuzey Akım 2 ve TürkAkım doğal gaz boru hattı projeleri kapsamında faaliyet gösteren gemileri sigorta etmeyeceğini duyurdu. Projelerin inşası kapsamındaki ya da projelerle bağlantılı olan her tür faaliyeti kapsayan kararın, ABD'nin iki projeyle ilgili yaptırım tehdidi nedeniyle alındığı bildirildi.

IGP&I açıklamasında üye şirketlerden yaptırımlara maruz kalmamak için inşaat projeleri ile ilgili anlaşmaları ve poliçeleri imzalamadan önce ciddi bir inceleme ve risk değerlendirmesi yapması istendi. Dünya çapında okyanuslardaki kargo hacminin yüzde 90'ı IGP&I çatısı altındaki şirketlerin sigortası altında.

Rus enerji şirketi Gazprom’un yürüttüğü Kuzey Akım 2 boru hattı projesi, mevcut Kuzey Akım 1 boru hattının gaz sevkiyatı kapasitesini iki katına çıkartmayı öngörüyor. Yatırım maliyeti 11 milyar dolar olan Kuzey Akım 2 boru hattı projesinin yüzde 90'lık bölümü tamamlanmış durumda. Rusya'nın batısından başlayıp Baltık Denizi'nden geçerek Almanya'nın kuzeyine ulaşması planlanan hattın 2021 yılında kullanıma açılması planlanıyor.

Diğer yandan Rus doğal gazını Karadeniz üzerinden 930 kilometrelik boru hattıyla Türkiye'ye taşıyan TürkAkım ise bu yıl Ocak ayında resmen faaliyete geçirildi.

ABD Başkanı Donald Trump, NATO müttefikleri Almanya ve Türkiye'nin enerjide Rusya'ya bağımlılığını artıracağı gerekçesiyle projelere karşı çıkıyor. Rusya ise Trump'ı, maliyeti çok daha yüksek olan Amerikan sıvılaştırılmış doğal gazını (LPG) Avrupa'ya satmaya çalışmakla suçluyor. ABD özellikle son yıllarda keşfettiği geniş çaplı kaya gazı rezervleriyle doğal gaz piyasasında etkili bir konuma geldi.

Ancak kaya gazının maliyeti Rusya’nın Sibirya ve diğer bölgelerden çıkarttığı doğalgaza göre oldukça yüksek. ABD aynı zamanda Rusya gibi kaya gazından elde ettiği LPG’yi boru hatlarıyla okyanusu aşıp Avrupa’ya taşıma avantajı9ndan da yoksun. O yüzden sıvılaştırılmış şekilde tankerlerle ihracat yapıyor. Bu da Rusya’yı coğrafi açıdan ve maliyet açısından avantajlı konuma getiriyor.

ABD’nin yaptırım kararı ardındaki asıl amaç; müttefikleri Türkiye ve Almanya’nın Rusya’ya bağımlı hale gelmeleri kaygısından ziyade, dünyanın en büyük doğalgaz tüketim pazarı olan Avrupa’da Rusya’nın ağırlığını azaltmak, pazarda hakim konuma gelmek isteğidir!

ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, yaptığı açıklamada Kuzey Akım 2 ve TürkAkım projelerinde yer almalarına karşın şu ana kadar yaptırıma tabi tutulmayan bazı şirketlere tanınan bu muafiyetin kaldırılacağını ekonomik yaptırımların devreye sokulacağını duyurmuştu!

Dünyanın en büyük gemi sigorta şirketlerinin bu tehdit ardından TürkAkım ve Kuzey Akım 2’ye yönelik sigorta yapmama, poliçe düzenlememe kararı alması kritik bir gelişme olarak görülebilir.

Projeler için malzeme, teçhizat taşıyan kargo gemilerinin sigortasız şekilde faaliyet göstermekten kaçınmaları ve boru hattı inşaatlarına malzeme tedariki konusunda darboğaza girilmesi gündeme gelebilir.

Böyle bir gelişme sadece Rusya’yı ve Gazprom’u değil Türkiye’yi ve projede yer alan Türk şirketlerini de olumsuz etkileyecektir!

EYLÜL AYI TÜGE RAKAMI BİR ANDA 20 PUAN BİRDEN ARTARAK 82’YE YÜKSELDİ.

7.TÜİK’in AB Komisyonu’nun tavsiyesini gerekçe göstererek, TÜGE’de Eylül ayından itibaren yaptığı değişiklikle endeksin bir ayda 20 puan birden artması, kâğıt üzerinde güven artışıyla “gerçeği örtme” çabasıdır!

TÜİK, 2004 yılından bu yana yayınlamaya başladığı Tüketici Güven Endeksi (TÜGE) hesaplama yönteminde ve TÜGE’yi oluşturan alt endekslerde AB Komisyonu tavsiyeleri doğrultusunda değişikliğe gitti. TÜGE’den ‘Gelecek 12 aya ilişkin işsiz sayısı beklentisi’ ve ‘Gelecek 12 aya ilişkin tasarruf etme ihtimali beklentisi’ alt endeksleri çıkartıldı. Bunların yerine ‘Geçen 12 aylık döneme göre mevcut dönemde hanenin maddi durumu’ ve ‘Gelecek 12 aylık dönemde dayanıklı tüketim mallarına harcama yapma düşüncesi’ alt endeksleri eklendi. Bu değişiklik çerçevesinde, Eylül ayı TÜGE rakamı eski hesapla 61,8 iken bir anda 20 puan birden artarak 82’ye yükseldi.

Aslında TÜİK’in TÜGE’den çıkarttığı iki alt endeksin kaldırılması yönünde AB’nin bir tavsiyesi yok. Sadece tüketici güveninin daha sağlıklı ölçülmesi ve kıyaslanabilir olması için yukarıda yer alan iki yeni alt endeksin TÜGE’ye dahil edilmesini tavsiye ediyor. Ancak mevcut ekonomik koşullarda, gerek işsiz sayısı beklentisinin yüksekliği gerekse tasarruf etme ihtimalinin düşüklüğü, TÜGE’yi aşağı çektiği için TÜİK bu tavsiyeyi benimsemiş ve değişikliğe gitmiş! Yapılan değişikliğe rağmen Eylül ayında 82 puana çıkan TÜGE verisi yine güveni yansıtmıyor. Tüketici güveni 0-200 arası puanlama ile hesaplanıyor. 100 ve üzerindeki rakamlar gelecek 12 aya ilişkin olumlu beklentiyi, 100’ün altındaki rakamlar ise kötümserlik ve negatif beklentiyi işaret ediyor. Yeni yöntemle bir anda 20 puan birden yükselmesine rağmen tüketici güveni hâlâ gelecek 12 ay için kötümser ve negatif.

AB’nin Türkiye’ye yönelik pek çok tavsiye kararı var. Ancak iktidar bu tavsiyelerin, hazırlanan rapor ve değerlendirmelerin çoğunu ‘yok hükmünde, çöp’ diye nitelendirerek en sert tepkileri gösteriyor. Özellikle AB Komisyonu’nun, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyi’nin Türkiye raporları çerçevesinde, demokratikleşme, düşünce ve ifade özgürlüğünün genişletilmesi, düşünce ve ifadeyi terör suçu sayan terörle mücadele yasasının AB kriterleriyle uyumlu hale getirilmesi, yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti ilkelerinin güçlendirilmesi gibi tavsiyeler bunlardan sadece bazıları.

Bu tavsiyelerin, kriterlerin pek çoğunu iktidar dikkate almadığı için Vize Muafiyeti anlaşması, Gümrük Birliği Anlaşması’nın revizyonu müzakereleri, tam üyelik görüşmelerinde yeni fasılların açılması askıda.

İktidarın, işine gelen tavsiyeye uyup AB ile uyum bahanesinin ardına sığındığı açıkça ortada. Ekonomi hızla kötüye giderken, TÜİK’in AB tavsiyesiyle işsizlik ve tasarruf etme endekslerini çıkarttığı TÜGE, bu sayede önümüzdeki aylarda iyimser beklenti sınırı olan 100’ü aşıp 200’e yaklaşırsa hiç de şaşırtıcı olmaz!

8.Merkez Bankası’nın uzun bir aradan sonra politika faizini 2 puan yükseltmek zorunda kalması, talimatla düşürülen faizlerin ekonomik gerçeklerle örtüşmemesinin ortaya çıkarttığı ağır faturanın sonucudur!

Merkez Bankası (MB) Para Politikası Kurulu’nun (PPK) 2 yıl aradan sonra yeniden faiz artırmak zorunda kalması aslında iç ve dış piyasalara yönelik göstermelik bir mesajdan ibarettir. PPK kararıyla yapılan 2 puanlık artışla MB’nin dört aydan bu yana yüzde 8,25’te sabit tuttuğu politika faizi yüzde 10,25’e yükseltildi. Zaten yüzde 8,25’lik politika faizi aylardır haftalık repo ihalelerini durduran MB tarafından fiilen uygulanmıyordu.

MB bunun yerine Geç Likidite Penceresi (GLP), gecelik faiz ve klasik repo ihaleleriyle piyasaları ve bankaları fonlama yoluna giderek dolaylı faiz artışını devreye sokmuştu.

Klasik repo ihalelerinde düzenli olarak her hafta 10 milyar TL fonlama yapan MB, bu yöntemde miktarı kısıtlı tutarak bankaları gecelik fonlama ve GLP’ye yönlendiriyor. Klasik repo ihalelerinde faiz yüzde 10,65 düzeyinde gerçekleşirken, gecelik borç vermede yüzde 11,75, GLP’de ise yüzde 13,25 oranında faizle fonlama yapılıyor.

Yani MB’nin fiilen yürürlükte olmasına rağmen uygulamadığı yüzde 8,25’lik resmi faizi ile dolaylı şekilde bankaları mecbur bıraktığı fonlama faizleri arasında 2-5 puan fark vardı!

Şu anda 2 puan artırılarak yüzde 10,25’e yükseltilen politika faizi de MB’nin bankaları ve piyasaları fonlamada kullandığı yöntemler için fiilen uyguladığı faizin 2-3 puan altında. Dolayısıyla MB şayet yeni politika faiziyle fonlama yoluna giderse, faizi artırmış değil aksine düşürmüş olacak!

9.Fiilen sabit tuttuğu politika faizini dört aydan bu yana uygulamayan MB’nin artırım kararına rağmen, açıklanan yeni faiz yine enflasyonun altında ve negatif! MB daha yüklü faiz artışlarına gitmek zorunda kalacak!

Geçtiğimiz Ağustos ayında CB Erdoğan, Haziran ayında geçilen normalleşme sürecinde kamu bankaları tarafından başlatılan düşük faizli kredi kampanyalarını örnek göstererek faizlerin daha da düşeceğini söylemişti. Ancak bu kampanyalar iki ayda sonlandırıldı. Gerek kredi genişlemesinin enflasyonu yukarı çekmesi gerekse alınan düşük faizli kredilerle döviz ve altın alma eğiliminin hızlanması bunda etkili oldu.

Ekonomiyi canlandırmak için atılan bu adımdan vazgeçilirken, önce kamu bankaları ardından da özel bankalar art arda konut ve ticari kredi faizlerinde artışa gittiler, faizler çift haneli oranlara yükseltildi. MB’nin dolaylı faiz artışları da devreye girince banka faizleri daha da yükseldi.

Kaldı ki 2 puan artırılan politika faizi bile hâlâ en son ağustos verisiyle yüzde 11,77 olarak açıklanan yıllık enflasyonun 1,52 puan altında ve negatif! Asıl sorun MB faizinin uzun süredir enflasyon karşısında negatif olması, bunun da TL’nin cazibesini yitirmesini, değer kaybetmesini, kurların yükselmesini ve dövize talebin artmasını beraberinde getirmesi!

MB Mayıs ayından bu yana yüzde 8,25’lik politika faizini sabit tutarak Cumhurbaşkanının faiz konusundaki tepkisini çekmemeye çalıştı. Dolaylı faiz artışlarıyla sorunu çözme çabası güven vermedi ve kurlar yükselmeye devam etti. Şimdi yapılan 2 puanlık artış, Cumhurbaşkanının tepkisini çekmeme yanında iç ve dış piyasalara karşı görevini yapmış görünmek dışında bir adım değil. İç ve dış piyasalarda güven ve itibar sağlama açısından yetersiz. Kurların ve enflasyonun yükselişini önleyebilecek bir faiz artışı da değil.

En azından yılsonuna kadar aylık 2’şer puanlık faiz artışları yapılırsa nispeten TL’ye talep artırılabilir. Yabancılar açısından TL varlıkların cazip hale gelmesi ve dış kaynak girişinin başlayabilmesi için faizlerin risk puanıyla birlikte enflasyonun en az 3-4 puan üzerine yükseltilmesi kaçınılmaz. Bu da muhtemelen 3 Ekim’de açıklanacak eylül enflasyonunun yüzde 12 düzeyinde gerçekleşmesi durumunda politika faizinin en az yüzde 14-15 seviyesine yükseltilmesini gerektiriyor!

10.MB-PPK toplantısından sonra yapılan açıklamada 200 baz puanlık faiz artışının gerekçesi duyurulurken, aynı zamanda örtülü şekilde iktidarın ekonomi politikaları da eleştiriliyor!

Merkez Bankası’nın Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısında politika faizindeki artışın gerekçesi şöyle duyuruldu: “Enflasyon üzerinde etkili olan salgına bağlı arz yönlü unsurların, normalleşme sürecinde kademeli olarak ortadan kalkacağı ve talep yönlü dezenflasyonist etkilerin daha belirgin hale geleceği öngörülmüştü. Ancak, güçlü kredi ivmesiyle ekonomide sağlanan hızlı toparlanma ve finansal piyasalarda yaşanan gelişmeler neticesinde enflasyon, öngörülenden daha yüksek bir seyir izlemiştir. Enflasyon beklentilerinin kontrol altına alınması ve enflasyon görünümüne yönelik risklerin sınırlanması amacıyla Ağustos ayından itibaren atılan sıkılaştırma adımlarının güçlendirilmesi gerektiği değerlendirilmiştir. Bu doğrultuda Kurul, dezenflasyon sürecini yeniden tesis etmek ve fiyat istikrarını desteklemek amacıyla politika faizinin 200 baz puan yükseltilmesine karar vermiştir.”

Yani MB diyor ki; Biz salgından normalleşmeye geçişin kademeli bir şekilde olmasını bekliyorduk. Birdenbire hızla normalleşme ve piyasaların kamu bankaları tarafından ‘zararına’ faizlerle krediye boğulmasını beklemiyorduk. Normalleşmeyle birlikte başlatılan düşük faizli kredi kampanyalarıyla finansal piyasalarda yaşanan gelişmeler hem kredi genişlemesine yol açtı hem kontrolden çıktı hem de enflasyonu tırmandırdı. Şimdi faizi yükselterek kredi talebini frenlemeyi, tüketim ve harcamaları kısıtlamayı, sıkılaştırmayı planlıyoruz.

Aksi halde MB faizleri daha da yükselterek TL’ye yatırımı ve TL tasarruflarını cazip hale getiremediği takdirde döviz rezervleri ekside kalmaya, kurlar yükselmeye ve yabancı yatırımcı kaçmaya devam edecek.

MB açıklamasında hızlı normalleşme düşük faizli kredi kampanyalarının tüm hesapları alt üst ettiği ifade edilerek, örtülü şekilde iktidarın ekonomi politikaları da eleştiriliyor. Rakamlara bakıldığında da kurlar yükselmesine rağmen dövize talebin artmasında düşük faizli bu kredilerin de etkili olduğu iktidara yakın kişi ve kuruluşların rahatça eriştiği bu kredilerle milyarlarca dolarlık döviz talebinin ortaya çıktığı görülüyor.

MB faizleri artırmamakta ısrarcı olunca değer kaybeden TL yerine dövize yönelen talep karşısında kur artışlarını dizginlemek için de MB ve kamu bankaları 100 milyar doların üzerinde döviz satmak zorunda kaldı. MB rezervlerinin tüketilmiş olması; iktidarın emir ve talimatla ekonomiyi yönetme, ekonomi ve piyasa kurallarını yok sayma yaklaşımının, uygulanan yanlış ekonomik kararların ağır bedelidir ve bu bedeli tüm ülke yüksek faiz, yüksek döviz, yüksek enflasyon, yoksullaşma ile ödeyecektir.

Ülkenin döviz rezervleri, ‘faiz sebep, enflasyon sonuç’ teorisine feda edildi. Faizler düşürülürken enflasyon yükselmeye devam etti ve iktidarın tezi çöktü. Şimdi MB, enflasyon daha da yükselmesin diye faizleri artırmak zorunda kaldığını yazılı açıklamayla itiraf ediyor.

11.Anayasa ve yasaların emredici hükümlerine rağmen Orta Vadeli Plan (OVP) ve Orta Vadeli Mali Program (OVMP) yasanın öngördüğü sürede yayınlanmadı!

İşine gelen AB tavsiyelerine uyarak hesaplarda, istatistiklerde, endekslerde rakam oyunları ve makyajları gerçekleştiren iktidar, yürürlükteki ekonomik ve mali mevzuatı düzenleyen yasa ve anayasa hükümlerini ise yok saymakta, hukuk devletinden tümüyle uzaklaşmaktadır. Ekonomi ve maliye yönetiminin ‘anayasası’ niteliğindeki 5018 sayılı Kamu Mali Yönetim ve Kontrol Kanunu, bütçenin hazırlanması ve uygulanması ile ilgili hükümetin ve bürokrasinin uymak zorunda olduğu hükümleri ve ilkeleri içeriyor. Yasanın 16. Maddesi bütçe yasasının altyapısını oluşturan üç Yıllık Orta Vadeli Plan (OVP) ile Orta Vadeli Mali Program’ın (OVMP) hazırlanma ilkelerini, resmi gazete yayınlanma takvimini kurallara bağlıyor. Cumhurbaşkanının merkezi yönetim bütçe kanunu teklifini hazırlamasını, bu amaçla ilgili kamu idareleri arasında koordinasyonu sağlamasını emrediyor.

Bu yasa hükümlerine göre, üç yıllık OVP’nin her yıl eylül ayının ilk hafta sonuna kadar resmi gazetede yayınlanması zorunlu. OVP ile uyumlu şekilde, gelecek üç yıla ilişkin gelir ve gider tahminleri, bütçe açığı hedefi, borçlanma ve kamu idarelerinin harcayabilecekleri ödenek tavanlarını içeren OVMP’nin de Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak en geç eylül ayının 15’ine kadar Resmi Gazete’de yayımlanması yasa hükmü.

Yani gelecek üç yıla ilişkin ekonomik önlemlerin, hedeflerin, bunu gerçekleştirecek mali kaynakların şeffaf ve tutarlı şekilde ortaya konulması, resmi gazetede yayınlanması gerekiyor. Bu çerçevede de bütçe yasasının yılsonundan 75 gün önce, en geç 17 Ekim’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulması anayasamızda yer alıyor.

‘TAVSİYE DEĞİL EMREDİCİ’ HÜKÜMLERİNE BİLE UYMUYOR

Ancak neredeyse eylül ayının sonuna gelindiği halde, ne adı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne (CHS) geçişle birlikte adı Yeni Ekonomik Program (YEP) olarak değiştirilen OVP ne de OVMP var.

İktidara bağlı TÜİK, güya AB tavsiyesine uyup güven endekslerini yeni yöntemle hesaplamaya başladığını ilan ederken, iktidarın kendisi ne AB’nin demokratikleşme tavsiyelerine ne de yasalar ve anayasanın ‘tavsiye değil emredici’ hükümlerine bile uymuyor.

CHS’ye geçildikten sonra ilki 2018 yılında, ikincisi 2019 yılında açıklanan YEP’lerde (OVP) yer alan hedeflerin hemen hiç birisi tutmadı. Öyle ki daha açıklandıktan iki üç ay sonra tüm hedef ve öngörüler iflas etti.

Bir ölçüde 2019 OVP’sinde 2020 yılı için öngörülen hedeflerdeki sapmada hesapta olmayan COVİD 19 gerekçesi öne sürülebilir. Ancak 2018’de hazırlanan ve 2019-2021 dönemini içeren OVP’de de ne dolar kuru ne büyüme ne enflasyon ne bütçe açığı ne de diğer hedeflerin hiç birisi tutmadığı gibi çok ciddi sapmalar ortaya çıktı.

CHS’de artık üçüncü yıla gidilirken, 2021-2023 dönemi OVP/YEP hedeflerinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sıklıkla yinelediği ‘2023, 2053, 2071 Vizyonu’nun çok uzağında kalacağı, geçmiş yılları aratacağı anlaşılıyor.

Hazine ve Maliye Bakanı tarafından bu hafta açıklanacağı belirtilen ekonomik ve mali programların hangi hedefleri içereceği bilinmiyor. Oysa yasa ve anayasanın bu konuda öngördüğü hazırlanma takvimi ve resmi gazetede yayınlanma zorunluluğuna dönük hükümlerin amacı piyasaların, iş insanlarının, çalışanların, KOBİ’lerin, çiftçinin, üreticinin gelecek yıl ve sonrasında kendilerini nasıl bir ekonomik tablonun beklediğini görerek, hükümetin hedeflerini ve alacağı önlemleri bilerek kendi hedeflerini belirlemelerine zemin yaratmak.

Yeni bir yatırım planlayan işletme sahipleri dövizin, faizin, vergisinin ne olacağını bilerek bir planlama yapacak. Çalışanlar ücretlerine gelecek zam ve iktidarın enflasyon öngörüsüne göre yaşamını, çocuklarının geleceğini, harcamalarını planlayacak.

CHS’nin Türkiye’yi her alanda geriye götürdüğü ülke ekonomisini yönetmek ve ileriye taşımakta, toplum refahını yükseltecek plan ve ekonomik programlar ortaya koymakta yetersiz kaldığı, ülkenin ve toplumun sorunlarına çözüm üretemediği ve giderek kendi içinde sorun haline geldiği açığa çıkıyor.

12.İthal ürünlere, makine-teçhizata, ara malı ve yatırım malına 30 Eylül’e kadar geçerli olmak üzere ek gümrük vergisi getiren iktidar, yeni kararla bu süreyi 31 Aralık’a kadar uzattı.

Salgın sürecinde büyük ölçüde kapanan, üretime ara vermek zorunda kalan işyerleri ve sanayi kuruluşları bu dönemi stoklarındaki ürünleri satarak atlatmaya yöneldiler. Sonrasında ekonominin yeniden açılmasıyla birlikte ihracatta beklenen düzeyde artış gerçekleşmedi. İktidarın Çin ekonomisinin salgında ivme kaybetmesi nedeniyle küresel tedarik zincirinde Türkiye’nin öne çıkacağı, Türk ihraç ürünlerine talebin yükseleceği öngörüsü gerçekleşmedi. Aksine ihracattaki artış hızı düşüşe geçerken ithalat artmaya devam etti. Gerek dış ticaret açığı gerekse buna paralel olarak ödemeler dengesi bilançosunda cari işlemler açığı hızlı şekilde yükselişe geçti.

Ekonomi yönetimi bu durum karşısında yerli üretimin, ithal ürünlere karşı korunmasını gerekçe göstererek Nisan ayından itibaren Mayıs, Haziran aylarında art arda yayınlanan Cumhurbaşkanı İthalat Rejimi kararlarıyla on binlerce ithal mal ve ürünün gümrük vergilerini 30 Eylül’e kadar yürürlükte olmak üzere yükseltti. Ancak bu kararların alındığı süreçte eş zamanlı olarak, döviz alım satımlarında kambiyo muamele vergisi beş kat artırılırken, bankalardan nakit döviz çekişlerinde de komisyon uygulaması getirildi. Dolayısıyla gümrük duvarlarının yükseltilmesinin ardındaki gerekçe her ne kadar kamuoyuna yerli üretici ve sanayicinin korunması olarak açıklansa da gerçek neden hızla azalan döviz gelirleri, kurlara müdahale için tüketilen döviz rezervlerinden ötürü ithalata gidecek dövizin frenlenmesi, ithalatın kısıtlanmasıydı.

Buna rağmen ithalattaki artış hızı ihracatın üzerinde seyrediyor. Özellikle ihracata dönük üretim yapan sanayinin kullandığı ara malı, hammadde, yatırım malı, makine-teçhizatın gümrük vergilerinin yükseltilmesi yanında kurlardaki artış da devam ettiği için aksine üretim maliyetleri arttı.

İktidar TL’nin değer kaybıyla rekabetçi kur sayesinde Türk ihraç ürünlerinin ucuzladığını ve ihracatın Türk mallarına talebin artacağını savunuyordu bu da gerçekleşmedi. Çin’in salgınla başarıyla mücadele etmesi ve yeniden ekonomik büyümeye geçerek, ikinci çeyrekte pozitif büyüme hızı yakalayan dünyadaki tek ekonomi olması küresel tedarik zincirinde Çin’e alternatif olma iddialarını da ortadan kaldırdı.

Gelinen noktada art arda çıkartılan çeşitli kararnamelerle, iki kademeli olarak uygulanması öngörülen ilave gümrük vergilerinde, daha yüksek olan ilk kademenin süresi 3 ay uzatıldı. Böylece uygulamaya konulan vergi artışları 31 Aralık 2020’ye kadar yürürlükte kalacak. Bitiş tarihi belli olmayan ikinci kademe gümrük vergisi artışlarının başlangıç tarihi de 1 Ekim yerine, 1 Ocak 2021 olarak belirlendi. On binlerce ithal mal ve ürüne getirilen ilave gümrük vergilerinin süresinin yılsonuna kadar uzatılması döviz giderlerinin kısıtlanması ve ithalatın düşürülmesine devam edileceğini gösteriyor.

Hem ihracatta artış hedefleyip hem de ihracata dönük üretim yapan sanayi kolları ve sektörlerin ithal ara malı, hammadde gereksinmelerine ilave gümrük vergilerinin devam ettirilmesi iki yönlü negatif etki yaratacaktır.

Birincisi; şu ana kadar büyük ölçüdeki stoktaki üretimlerini satan ya da ihraç eden bu sektörler artan gümrük vergisi ve kur maliyetinden ötürü daha az ara malı ve hammadde ithal etme yoluna giderek, üretimlerini kısacaklardır.

 İkincisi; üretim maliyetlerinin yükselmesinden ötürü fiyatlarını artırmak zorunda kalarak içeride enflasyonun yükselmesi ihracatta ise rekabet güçlerinin kaybedilmesiyle karşı karşıya kalacaklardır.

İktidarın kimsenin söylediğine kulak asmaksızın doğrudan tek kararnameyle tüm gümrük tarife pozisyon listelerindeki ilave vergi artışlarının süresini yılsonuna uzatması, bir anlamda çaresizliğin, döviz yetersizliğindeki sıkışıklık ve tıkanıklığın işaretidir!

13.Kredi borç taksiti, vergi, SGK prim taksiti ödemelerinin ertelenmesine yönelik kararların süresi 1 Ekim’de doluyor. İş dünyasından yapılan çağrılar adeta feryat düzeyindedir. İktidar bu çağrılara duyarsız kalmamalıdır!

Koronavirüs salgınının ekonomik etkilerini hafifletmek için Mart ayında ilan edilen ekonomik kararlarla kredi borcu, kredi kartı taksitleri, vergi, SGK taksitleri önce üç ay ertelendi ardından ikinci ertelemeyle süre 6 aya uzatıldı.

İktidar bu ertelemeleri ekonomik destek olarak sunarak ekonomik istikrar kalkanı adı altında tutarı 500 milyarı aşan bir destek sağlandığını iddia etti. Oysa bunun sadece devletin alacağının ertelenmesi olduğunu, işyerlerine, işletmelere nakdi destek, kira desteği, elektrik-doğalgaz faturası desteği verilmesi gerektiğini, pek çok ülkenin yurttaşlarına ve işyerlerine bu tür destekler sağladığını ifade ettik.

Artık altı ayı aşan ve şimdi yeniden şiddetlenme eğilimine giren salgın sürecinde iktidarın sağladığı yegâne nakdi destek sosyal yardım alan 2 milyon kişiye bir defaya mahsus yapılan 1.000 TL’lik ödeme oldu.

Bunun dışında vergi, borç, kredi taksiti ertelemeleri ve ertelemelerin faizleri bu süreçte işledi. Şimdi 6 aylık bu ertelemenin süresi 1 Ekim itibarıyla doluyor. İşletme sahipleri, işverenler, esnaf, KOBİ’ler hem ertelenen 6 aylık taksitleri ödemek hem de güncel borç ve vergi-SGK taksitlerini ödemek yükümlülüğü ile karşı karşıya kalacaklar.

İş dünyasından, sanayi-ticaret odalarından, iş insanı dernek ve kuruluşlarından art arda yapılan çağrılarda iktidarın TBMM açılır açılmaz kapsamlı bir yapılandırma düzenlemesini gündeme getirmesi talep edilmektedir.

Ertelenen borçlarla ve faizleriyle birlikte, güncel ödemelerin de devreye girmesiyle altından kalkılamayacak bir ödeme yükümlülüğü ile karşı karşıya kalacak milyonlarca işyeri ve işletmenin sorununa acil çözüm bulunamadığı takdirde kitlesel iflasların, işyeri kapanmalarının, konkordatoların gündeme gelmesi kaçınılmazdır!

TBMM açıldıktan sonra öncelikle ekonomiyi salgının ağır ekonomik tahribatı karşısında ayakta tutacak kapsamlı bir vergi, prim, borç yapılandırma, kamu alacaklarının tahsilinde cezai faizlerin kaldırılması, yapılandırmalarda en az 6 ay ödemesiz bir sürenin sağlanması yönündeki düzenlemeleri içeren bir yasa meclis gündemine alınmalıdır.

İş dünyasının yaptığı açıklamalara, dile getirdiği taleplere bakılacak olursa ağırlıkla vergi yapılandırması konusu öne çıkarken, bütçe müzakereleri başlamadan hemen önce bu talepleri ve beklentileri karşılayacak yasal düzenlemeler hayata geçirilmelidir.

Kaldı ki sadece işyeri, işveren, işletme sahipleri değil, salgın sürecinde işyeri kapanan, işini- gelirini kaybeden milyonlarca yurttaş açısından da banka, konut, kredi, kredi kartı, birikmiş-gecikmiş kira, elektrik-doğalgaz-su faturalarının ödenmesinde kolaylık sağlayacak, devletin katkısını devreye sokacak düzenlemeler de bu çerçevede gündeme alınmalıdır.

Üreticinin, çiftçinin devlete ve bankalara olan borçlarının ertelenmesi, bir kısmının silinmesi, tüm ertelenmiş ve ertelenecek ödemelerde faizin sıfırlanması, gecikme ve ceza faizinin devreden çıkartılması hayati önemdedir. Aksi halde durduğu yerde kabaran bu borçların ödenebilmesi tamamıyla olanaksız hale gelecektir.

İktidarın 2021 bütçesini yaparken tüm bu tabloyu dikkate alıp değerlendirerek bütçe ödeneklerini belirlemesi daha gerçekçi bir bütçenin ortaya çıkmasına da imkân sağlayacaktır. Bu konuda toplumun, yurttaşların sorunlarına çözüm üretmek ekonomik ve sosyal barışın tesisini sağlamak, iktidarı ve muhalefetiyle milletvekillerinin, temsilcilerinin, meclisin öncelikli görevidir.

Önceki yapılandırmalarda ortaya çıkan hata ve yanlışlardan ders alınarak, yapılandırılan borç, kredi ve vergilere faiz işletilmemesi yanında yapılandırma taksitlerinin ödenme süresinin hemen 2-3 ay içinde değil en az 6 aylık bir ödemesiz dönemin ardından başlatılması, yapılandırmanın başarılı olmasına zemin yaratacaktır.