Birkaç gündür, iki kadın meslektaşımızı konuşuyoruz.
Biri, görevini hakkı ile yaptığı için koalisyon ortağı partinin genel başkanı tarafından terslendi ve partililer tarafından haşin bir tavırla itilip kakıldı.
Diğeri, görevi başında yaptığı bir hata nedeniyle çalıştığı kurumdan atıldı.
İlkinden başlayalım:
Yıldız Yazıcıoğlu. Ankara'nın deneyimli, yetkin ve çalışkan gazetecilerinden biridir. Daha önce çalıştığım TV kanallarından birinde de (HABERTÜRK) aynı dönemde görev yapma mutluluğunu yaşamıştım. Parlamento haberlerine ve Ankara'da diplomasi de dahil pek çok başka habere de, siyasi kulislere de vakıf bir meslektaşımdır. İyi bir birey, iyi bir gazeteci, ve iyi bir annedir. Yaptığı başarılı haberler ve zaman zaman KRT TV de dahil, katıldığı programlarda yorum ve analizleri ile, mesleğini başarı ile icra etmektedir.
Salı günü de, deyim yerindeyse "Çatır çatır muhabirlik" yapmış, yani "işini yapmış" ve TBMM koridorlarında MHP Genel Başkanı'na mikrofon uzatarak, "Sinan Ateş suikastına ilişkin bir değerlendirmeniz olacak mı? MHP ile bağlantıları konusundaki iddialarla ilgili bir şey diyecek misiniz?" mealinde bir soru sormuştur.
Anında, Devlet Bahçeli'nin yanındakiler tarafından, tam anlamıyla "derdest edilerek" uzaklaştırılmış, fiziksel şiddet kullanılarak "enterne" edilmiştir. Bahçeli'nin de "İşine bak işine. Haydi..." şeklindeki hakaretamiz bir terslemesine muhatap olmuştur. Daha sonra da, gerçekten işini yapıyor olması nedeniyle, MHP yönetiminin "provokatör" suçlamasına maruz kalmıştır.
Bu vesile ile, gazetecilerin işinin "kamuoyu adına soru sorma ve yanıt beklemek" olduğunu, zaten bunun görev olduğunu bir kez daha hatırlatmak gerekiyor. Muhabirler, kendi kişisel merakları için değil, vatandaşların bilgilenmesi adına, hiçbir şeyin gizli saklı kalmaması adına soru sorarlar. Asıl, sormayanlar "işini yapmıyor" demektir. Bu anlamda, soru sormayanların bir meslek suçu işlediklerinden bile söz edebiliriz.
Siyasetçileri, kendi "işlerini" düzgün yapmaya, gazetecileri de rahat bırakmaya davet ederiz. Aynı zamanda, soru sorulmasına tahammül gösteremeyip, üstelik yüce parlamentonun çatısı altında bir kadın muhabire şiddet uygulanmasını da "suçluluğun telaşı" olarak not alındığını, kamuoyu nezdinde, "Hem suçlu hem güçlü" imajının perçinlendiğini de hatırlatırız.
Habertürk muhabirinin akıbeti
İkinci hadise ise, yine bir kadın muhabirin, Habertürk Televizyonu'ndan kovulması.
Fatmanur Boylu adlı genç meslektaşımız, "Karne hediyesi olarak annesinden pirzola aldı" temalı bir haber yaptı. Haberde temel unsur, "Çocukların et yiyebilmesinin zor olduğu bir dönemde, eskiden, tatil, bisiklet, saat, telefon vs. hediye edilirken, artık 3 kalem pirzolanın bunun yerini aldığı" esprisiydi.
Günlerce nedereyse tüm kanallarda ve sosyal medyada dönen bu haber, bekleneceği gibi, yandaş medyanın ve siyasetçilerin tepkisini çekince, "Düzmece haber" ya da "Kurgu" diye karalanarak kanal üzerinde baskı oluşturuldu. Habertürk yönetimi de, muhabirin alanda çektiği görüntülerin "ham bandını" inceledikten sonra, haberin öznesi olan çocuğa "bu sözleri ('annem karne hediyesi olarak et aldı') dikte ettiği" sonucuna vardıktan sonra muhabiri işten attı. Muhabirin "manipülasyon yok" savunmasına rğamen bu karar alındı.
Öncelikle, muhabir arkadaşın, (ne olursa olsun, niyeti kötü olmasa bile) bir kişiye (hele hele bir çocuğa) "Kameraya şunu söyler misin?" diye bir telkinde bulunması yanlıştır. Mesleki (etik ve teknik) bir hatadır. Bunu vurgulamak gerek. Bu konuda uyarılması ve bir şekilde yaptırım uygulanması yerindedir.
Ancak, yine "kanıt" olarak sunulan ham bant incelendiğinde, haberde içerik olarak bir "kurgu" olmadığı da anlaşılmaktadır. Yani, anne kendisi de "Evet... Karne hediyesi olarak et aldık" diyor. Çocuk da bunu onaylıyor. Muhabirin hatası, çocuğa "Bunu kameraya böyle söyler misin?" diye telkin yapması. Yani, çocuk doğal haliyle kendisi söylese ve kamera bunu kaydetse, sorun olmayacaktı. Muhabirin isteği üzerine söylemesi sorun oluşturur. İçerikle çelişmese bile. (Anne söylüyor zaten)
Çocuklarla yapılan mülakatların, haber öznesi durumundaki çocukların kamera önünde gösterilmesinin belli ve çok sıkı kuralları olmalıdır. Muhabirlerin bunlara titizlikle uymaları, sadece bu haber için değil, başka haberler için de çok önemlidir.
Bütün bunları anlattıktan sonra:
Ben yine de muhabirin kovulmasının, "Haberci ve yayıncı titizliğinden" değil, "Kanalın iktidar medyası (belki de doğrudan iktidar) tarafından linçe maruz kalmasından kaynaklı" aşırı bir tepki olduğuna inanıyorum. Muhabir, bu hatasından dolayı uyarı ya da başka bir ceza alabilirdi. Ama "kovulma" değil. Siyasi baskının etkili olduğu, bu olayda "bas bas bağırmaktadır".
O zaman Habertürk (ya da başka TV'ler) yöneticilerine şunu sorma hakkımız doğar.
İçeriği kuşkulu ya da buram buram "siyaset" kokan başka haberlerin "ham bantları"nı da, bu şekilde (futbol maçlarındaki VAR uygulaması benzeri) "Sonradan" açık denetime tabi tutacak mıyız? Yani meşhur "Oynatalım Uğurcum" mantığı ile ileri geri sararak yargılayacak mıyız tüm muhabirleri? Ve tüm haberleri?
Mesela Habertürk'ün ünlü "Muharrem Sarıkaya" olayında bariz biçimde, şiddet ve hakaret ve emekçiye yönelik terör uygulaması varken, niye benzer bir yaptırım uygulanmadığı, mesela, Veyis Ateş örneğinde, uzun süre beklendikten sonra "Karşılıklı mutabakat ile sözleşmenin feshedildiği" de sorgulanmaya muhtaçtır.
"Ankara Temsilcisi, Genel Müdür, Koordinatör, Anchorman vb." düzeyinde niye çifte standart uygulandığı da sorulur.
Mesela, Cumhurbaşkanlığı uçağında (Tayyare-i Hümayun) muhabir ya da yazarların - yorumcuların, oradaki haberin öznesi (Cumhurbaşkanı - İletişim başkanı vs.) özneleri ile girdikleri diyalogların ve oradan çıkan "Basın toplantısı - röportaj tapelerinin" nasıl oluştuğuna ilişkin "Ham bantlar" da incelemeye tabi olacak mıdır?
Orada nasıl konuşmalar geçtiği ve gazetecilik etiği oralarda da sorgulanabilecek midir?
Bunları da sorarız.
Geçmiş olsun.
Hepsi, dersler çıkaracağımız hadiselerdir.
Tarihe not düşmek için yazıyorum.