Başlıktaki bu tabiri iktidara, mevcut kurulu düzene ve bu düzenin aktörlerine karşı biz durup dururken kullansak, bugünkü “anti-demokrasi” ikliminde, kendimizi hemen yargı önünde bulabilirdik. İktidar aygıtı, hemen savunma mekanizmalarını harekete geçirir, “Sen bize hırsız mı diyorsun?..” çıkışı ile atarlanır ve başımıza (yasal ya da yasa dışı) bir iş gelmesi an meselesi olurdu.
Ama, bu tabiri bizzat iktidar “ailesi”nin içinden biri kullandığı için rahatça aktarabiliyorum buraya. Malûm, 17 – 25 Aralık süreci olarak adlandırılan süreçte suçlanan 4 bakandan biri olan Erdoğan Bayraktar, son yaptığı sürpriz açıklamada “Reis, sayın cumhurbaşkanım beni hırsız çuvalının içine koydu ve attı (…) FETÖ bana, hırsız, yolsuz ya da rüşvetçi diyememiş. Kahpe FETÖ’nün savcısı bile benim soruşturma dosyama rüşvet ve yolsuzluk kelimelerini koyamadığı halde beni rüşvet ve yolsuzluk çuvalının içine koydular. Beni de aynı çuvala koyunca liderim, dört tane bakan ile beni de hırsız diye tasvir ediyorsun…” ifadesini kullandı.
Bunun tercümesi rahatlıkla, “Birileri hırsızlık yapmıştır. Ama ben onlardan değilim. Beni ayrı değerlendirmesi gerekir” şeklinde yapılabilir. Devamında da “Ben olsa olsa görevi kötüye kullanma suçu işlemişimdir” anlamına gelecek sözler kullanıyor.
Devlette mevki, makam işgal eden insanların hırsızlık yapması, görevi kötüye kullanmış olması sanki birbirinden çok farklı şeylermiş gibi. Devlet yetkisi kullanan insanların, “suç sayılan” eylemlerinin, bütün milleti ve devlet mekanizmasını olumsuz etkilemesi nedeniyle, sanki bir “özrü” olabilirmiş gibi…
Aklıma hemen, yıllar önce İstanbul’un “Suçla anılan” bir mahallesinde narkotik şube ekiplerinin yaptığı büyük operasyon sırasında, ev ev zanlı ararken, pencerelerden birinden seslenen bir vatandaşın (malum şive ile) şöyle seslenmesi geldi:
“Memur abi. Bizde ‘ap işi olmaz. Biz ‘ırsızız, ‘ırsız…”
Daha güzel nazıl anlatılırdı?
Erdoğan Bey de, “Ben hırsızlık yapmadım. Hırsızlarla beni aynı çuvala koymayın” diyerek, “Sadece görevi kötüye kullanmış olabilirim” şeklinde “Sıyırmaya” çalışıyor anlaşılan. Var mı öyle yağma? Zaten 17 – 25 süreci patladığında yaptığı (sonradan çark ettiği) açıklamada da “Ne yaptıysam Başbakan’ın (şimdiki Cumhurbaşkanı RTE’yi kastediyor) talimatı ile yaptım. İstifam isteniyorsa, onun da istifası gerekir” demişti.
Burada bile devlet adamlığına, “Bakanlık mevkii – makamı” işgal etmiş bir insan ağırlığına yakışmayan bir “uyanıklık” vardı aslında. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir bakanı, aslında bir “sıradan bürokratın – memurun” bile söylemeye hakkı olmayan bir savunma refleksine başvuruyordu.
Yasalar, “yasa dışı, hukuksuz, kurallara aykırı ve kamuyu zararı uğratacak” bir eylemin “emir olarak” verilmesi durumunda bu emre - talimata uyulmama hakkını veriyor insana. Uymasaydınız Erdoğan Bey... Baskı yaptılarsa da, istifa edip kamuoyuna durumu açıklasaydınız.
Yani, devleti hem (muhtemelen yüz milyarlarca lira zarara uğratacak) icraata imza atacaksınız, hem de “Ben hırsızlık yapmadım ki. Masumum” diyeceksiniz.
Milletin cebinden çalmakla, devletin kasasından çalmakla, görevi kötüye kullanarak devleti zarara uğratmak, kaynakların yanlış yere aktarılması arasında nasıl bir fark varsa?
Dolayısıyla, Erdoğan Bayraktar’ın bu savunması son derece ibretlik ve geçersiz bir savunma olarak boşlukta asılı kalmıştır. Şimdi Sayın Bayraktar’a düşen 2 önemli görev vardır.
“Hırsız çuvalı” ifadesini bu kadar rahatlıkla kullanabildiğine göre, ortada bazı hırsızlar ve hırsızlıklar olduğunu biliyordur. O hırsızlıklarla ve hırsızlarla ilgili ne biliyorsa, gidip savcılara ve tabii ki kamuoyuna anlatmalıdır.
Kendi ikrarı ile “görevi kötüye kullanma” suçunun da muhtevasını kuruş kuruş, belge belge yine savcılara ve kamuoyuna ayrıntıyı biçimde beyan etmelidir. Demeç verip, mülakat verip köşeye çekilmek olmaz.
Bizim için 17 – 25 Aralık sürecinde bir yığın ses ve görüntü kaydı ile ortaya çıkan, (FETÖ tarafından çıkarılmış olsa da) pisliklerin hesabının sorulması ve muhatapları tarafından verilmesi, hâlâ önemli bir öncelik taşımaktadır. Bir suçun, bir ahlaksızlığın bir pisliğin (suçlularla zamanında işbirliği, ittifak, kankalık, yoldaşlık ilişkisi içinde olmuş olsa da) kim tarafından ifşa edildiği önemli değildir. Muteber olmayan biri, hatta bir sabıkalı, bir katil, gidip de karakola ya da savcılığa, bir suçu bir cinayeti ihbar etse, “Sırf o söyledi” diye peşine düşmeyecek miyiz?
Devletin görevi, o ihbarı yapanı da tutup “Sen nereden gördün? Nasıl biliyorsun?” diye ona da sormaktır. Belgeleri alıp incelemek ve eğer doğruysa gerçekse gereğini yapmaktır. Eğer o “çuval”ın içinde ihbar edene dair bir ipucu da varsa, onu da tutmaktır. Öyle ya, bir dönem işbirliği içinde olan iki “akraba” siyasi gruptan söz ediyoruz. Tabii bunu yapabilmek için de gerçekten tam bağımsız bir yargı aygıtı gereklidir. Bugün ise bunun bir imkanı görülmemektedir.
Yapılacak şey, Türkiye’nin bir an önce bu “Hırsız Çuvalı” muhabbeti yapılan ortamdan çıkarılması, bir erken seçimle iktidarın acilen değiştirilmesi, öncelikle yargının ve tabii medyanın, bürokrasinin, akademinin, topyekûn her şeyin bağımsız ve özgür olduğu bir hale evrilmesidir.
Yoksa, dünya âleme rezil olmamız anlamına gelen bu “Hırsız Çuvalı” söyleminin bu kadar rahat kullanılabildiği ve her ne hikmetse kimsenin de yüzünün kızarmadığı. Kızarmak bir yana, bu tabirle anılan bazı eşhasın Türkiye Cumhuriyeti’ni dışarıda “Büyükelçi” olarak temsil edebildiği bir “Ayıplı ortam” sürer gider.
“Büyükelçi” diyorum. Hani şu “Makam aracında Türkiye Cumhuriyeti’nin sembolü şanlı Ay Yıldızlı bayrağın dalgalandığı” insanlardan söz ediyorum.
Bayrağın şanının ve yüceliğinin yanında “çuval”ın pespayeliğini konuşuruyoruz oysa…
Halimize bakar mısınız?