Aslında bizi hiç şaşırtmıyorsunuz.
Rejimin “ruhunu ve karakterini” gayet iyi bildiğimizden, işlerin bu noktaya geleceğini uzun yıllar öncesinden söyledik. Ama bazılarına pek dinletemedik. “Niyet okumakla” suçlandık. “Haksızlık etmekle” suçlandık. Hattâ ve hattâ, “Avrupa Birliği’ne yavaş yavaş entegre oldukça, bunların da ehlileşeceğine” inananlar bile çıktı.
Biz onlara “Pembiş Liboş”lar diyoruz aramızda. Güldük geçtik. Ama gülüp geçmemek gerekiyordu aslında. Onları da ikna etmek gerekiyordu. Orada biraz ihmalkâr davrandık. “Haydi oradan yumuşakçalar” deyip hata yaptık.
Onlara da anlatmak gerekiyordu yani, faşizmin iflah olmaz, tedavi edilemez karakterini. Tarih boyunca böyle olmuştu çünkü. Gerçi onlar da yavaş yavaş anlamaya başlamış görünüyorlar.
Çünkü bir “fikirleri” yok bu faşist tayfanın. Yani öyle “oturup tartışabilecek. Karşılıklı ikna “edebilme-olabilme”, bir şeyler öğrenebilme çabası içine girebileceğiniz.
Bunların sadece kafalarına tıkıştırılmış “Dogmalar” ve öğretilmiş, belletilmiş, damarlarına zerk edilmiş “Kin ve nefret zehri” olduğunu anlatmakta güçlük çektik her daim.
Başı boş ve oradan oraya savrulan politikaları iflas ettikçe, ve bu iflas yüzlerine vuruldukça daha da öfkelendikleri bir süreçtir bu anlattığımız.
Hayatın her alanında, ekonominin ve siyasetin her alanında “çözüm”den, “halka bir hayırları dokunmaktan” ziyade, bir şeyleri “empoze” etmek yani “dayatmaktan” ibaret bir çizgidir bu.
Kendinden olmayanı, beğenmediğini susturmaya, bastırmaya, sindirmeye çalışan bir “kafa”dan söz ediyorum.
Tabii ki özgürlüğünden taviz vermeyen, fikrine ve bunu ifade özgürlüğüne sıkı sıkıya bağlı insanların, başta da onurlu, omurgalı gazetecilerin kabullenmeyeceği, “ölseler bile kabullenmeyeceği” bir şeyden söz ediyorum.
Uğur Mumcu’nun, uğruna öldüğü bir şeyden.
Ahmet Taner Kışlalı’nın, Kutlu Adalı’nın, Ümit Kaftancıoğlu’nun ve pek çoklarının son nefesini verdiği.
Metin Göktepe’nin haber kovalarken uğruna kurban olduğu bir şeyden.
Gerçekleri, doğruları ve yanlışları halkın öğrenmesi için asla eğilip bükülmeyen bir anlayıştan. Hiçbir tehdidin, parmak sallamanın, faşist copun, sopanın, tazyikli suyun, falakanın filan mani olamayacağı, hatta kör kurşunların, bombalı kahpe düzeneklerin suratına “Asla!..” diye haykıran bir tavırdan söz ediyorum.
Bugün güzel ülkemin geldiği noktada, kendisine “gazeteci” diyen bir avuç satılmış kalemin, bir tabur kapıkulunun, bir kamyon dolusu yılışık yalakanın, köşelerinden ve sosyal medyadan salladıkları parmakları (mecazen) kırmaya yeminli bir “onurlu” duruştan bahsediyorum.
Yapılan her yanlışla, sadece gün be gün insan hayatına, canlıların hayatına, ağacın, hayvanın, börtü böceğin hayatına mal olmakla kalmayan binlerce yanlışla kalmayıp geleceğimizi de karartan bir yönetim anlayışına karşı yiğitçe direnen bir anlayıştan.
Dün depremde, ekonomik krizlerde, sel felaketinde eğitim alanındaki yanlışlarda, sağlık politikalarındaki pandemi sürecindeki ağır ve ölümcül hatalarda olduğu gibi, bugün de yangınla mücadelede yapılan vahim yanlışları, korkmadan halka anlatmaya devam eden bir gazetecilik anlayışından.
Gün geçmiyor ki, bir bakan ya da bir bürokrat, hatta yönetimin en başında “Bıkmadan usanmadan halkı ve medyayı tehdit eden” o “en büyük parmak” bile, bu anlayışı bu gazetecilik aşkını sindirmeye çalışıyor.
Sosyal medyada halkın çığ gibi büyüyen tepki selini durdurmaya çalışmak için çaresiz setler çekmeye çalışıyorlar.
Tehdidin bini bir para. RTÜK’ü “Onu göstermeyin. Bunu anlatmayın” diye korkutma çabasında. İktidarın tüm bürokratik mekanizması, varolan sorunlara ve önümüzde somut biçimde devam eden afete felakete çare arayışından çok, gerçeklerin ve yönetim zafiyetinin duyulmasını, bilinmesini önleme çabasında. Bütün mesailerini buna harcıyorlar.
Dün gece de bir kitlesel yayın yapan TV kanalının, Halk TV’nin yayınını basma girişiminde bulundu bu zihniyet. Her biri, gazetecilikten ve gerçeklerden yana tavrı ve kariyeri ile bilinen pırıl pırıl meslektaşlarımızı hedef aldılar. Yayına katılan ve ortak yönleri iktidarın yanlışlarını korkmadan anlatmak olan milletvekili, hukukçu, belediye başkanını da tehdit ettiler.
Püskürtüldüler.
Ama emin olun yine geleceklerdir. Arka kapıdan ellerini kollarını sallayarak çıkıp yine geleceklerdir.
Ve yine gerçeklere, yine gazetecilik onuruna, yine faşizme karşı o bitmeyen her dakika büyüyen kararlılığımıza çarparak geri döneceklerdir.
Yağma yok.
Üç buçuk teröriste pabuç bırakmayacağız.
Evet… Terörist diyorum. Hani şu ağızlarından köpükler saçarak her dakika herkese yakıştırdıkları yaftayı, onların boyunlarına geçiriyorum.
Dün Çubuk’ta CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu ve yanındakileri linç etmeye çalışan, İYİ Parti lideri Meral Akşener’e Rize’de saldıran, HDP il binasını basıp genç bir kadını katleden teröristlerden söz ediyorum.
Aynı terör çetesi dün gece de Marmaris - İçmeler’de iş başındaydı.
Zannediyorlar ki, korkup, tırsıp, sinip, geri çekileceğiz.
Öldürseniz de hayır.
Bizim beynimizdeki hür irade, yüreğimizdeki vatan ve gazetecilik aşkı, bütün benliğimizi sarmış anti-faşist bilinç, halka doğruları ve gerçekleri anlatma tutkusu, asla erimeyecek.
Siz saldırdıkça büyüyecek.
Vazgeçin.
Unutun o olasılığı.
Yani, “bizleri susturabilme olasılığını”.
Bu uğurda canımız feda.
Vatanımızı, halkımızı, mesleğimizi seviyoruz.
Gerçekleri anlatmaya devam.
Belâ, nereden gelirse gelsin.
Hodri meydan!..