Gündem Bilim Teknoloji Spor Dünya Ekonomi Siyaset Sağlık Eğitim Kültür Sanat Magazin Yaşam Reklam Künye Gizlilik Sözleşmesi İletişim
Yazılım ve Tasarım: Bilgin Pro © 2024KRT TV Tüm Hakları Saklıdır

Herkes işini doğru yapacak... Ama herkes... Siyasetçi de, gazeteci de...

Gazetecinin görev tanımı konusundaki kafa karışıklığından ve bu kafa karışıklığı nedeniyle sert eleştirilere sürekli muhatap olmaktan şikayetçiyiz. Gün geçmiyor ki, “Şunu niye şöyle yapıyorsunuz? Siz ne biçim gazetecisiniz?..” ya da “Siz gazeteci değil misiniz kardeşim?.. Niye şöyle yapmıyorsunuz?..” şeklinde sözlü ya da yazılı eleştiriler alırız.

Bu eleştirilere kızmak ve öfkeli cevaplar yetiştirmek yerine, soğukkanlı biçimde değerlendirip bunlardan kendimize bir ders çıkarmak en doğrusudur.

Gerçekten de, mesleği olup biten hemen her şeyi eleştirmek ve kimi zaman da yorumcu sıfatıyla hemen herkese kendimizce bir “doğru yol” önermek olan bizler, yani gazeteciler, kendi işimizi acaba doğru yapıyor muyuz? Bu sorgulamayı ve analizi de yapmak gibi bir göreve sahip değil miyiz?

Bu konuyu durup dururken şimdi, haklı olarak gündeme getirmemin nedeni, son günlerde muhalefet liderlerine yönelik “Çek git be kardeşim. Bıktık artık ya... Amma koltuk sevdalısıymışsın...Yetmedi mi bunca yıldır sarıldığın o koltuğa!? Başarısızsın işte. Kaybettin işte. Üstelik de kaçıncı kez kaybettin. Defol git artık.. Sıktın ama yaa!..” üslubu ile yapılan bazı eleştirilerin dozunun “tatsız (ve zararlı) bir seviyeye” ulaşmasıdır.

Özellikle de CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik bu tondaki eleştirilerin “Gazeteciliğin tanımı ve gazetecilik etiğinin” ötesine geçmesi üzerine bunları yazmaya karar verdim.

Öncelikle, temel bir hata üzerinde durmak gerekiyor:

O hata da, artık maalesef haber kanallarında “Haber vermekle yorum yapmak arasındaki çizginin” tamamen ortadan kalkmış olması ve “Tavırlı Haber” denen bir habercilik tarzının, tüm haber bülteni sunucularının kendilerini aynı zamanda “Ultra-yetkin siyaset yorumcusu” yerine koyarak, ahkâm kesme hakkını kendilerini görmeleridir.

Biraz daha açayım:

ABD’de özellikle de FOX News gibi Amerikan network’lerinin virüs gibi dünyaya yaydığı bir tarz bu. Genelde, biraz “canlı-renkli-deli delişmen-yüksek volümlü” anchorman/woman modeli üzerine kurulu bu “genre” (akım/tarz), haberi seyirciye aktarmakla kalmayıp, deyim yerindeyse “üzerinde ter ter tepinmeyi” ve hatta “haberin öznesi olan kişi ya da kurumu kimi zaman acımasızca hedef alıp lime lime doğramasını” da içeriyor.

Bu tarz haberciliği tercih eden kitlelere ekran başında “İşte bu!.. Benim yerime adamı/kadını nasıl evire çevire sopaladı!.. Bizim hislerimize tercüman oldu.. Ohhh. Ooooooh!.. Ağzına sağlık kardeşim” dedirtmeyi amaçlayan ve bu yolla da “ballı ratingler” kazanan bir habercilik tarzı bu.

Tabloid bir tarz, sizin anlayacağınız.

Tabloid’e karşı olduğum sanılmasın. Buna da yer var medyada. Ama adını koymak lazım diye bunu yazıyorum.

Ben “Almayayım. Bana dokunuyor...” orası başka.

Meseleyi kişiselleştirmemek adına, bizim ülkemizde kimin veya kimlerin bu akımı getirip, semirtip, geliştirip, yaygınlaştırıp, tadını çıkara çıkara uyguladıklarına, “rahmetli veya hayattaki/muvazzaf” örneklerini sıralamaya kalkışmayacağım.

Anlayan anladı.

Liste bir hayli uzun aslında.

Bir kere, bu tür haberciliğin ortadan kalkması ve yasaklanması gibi bir çağrıda bulunmaya kalkışmayacağım. İsteyen yapsın. Yapsın da. Ama, bunu yaparken iki şeyi birbirinden ayıralım.

Birincisi, her kanalın her bir bülteninde ya da “Haber kuşağı” anlamına gelen kuşağında bu tarzın uygulanması ve kanalda çalışan tüm ekran yüzlerinin “bu statüde” çalışması, biraz abuk olmuyor mu?

İkincisi de, bu tarzı hayata geçirirken, “Haberci, yorumcu ve siyasi analist” arasındaki çizgilerin, tamamen ortadan kaldırılması mesleğe yarar mı getiriyor? Mesleğe bir zarar veriyor mu? İzleyiciye verilmek istenilen şey bu mu olmalı? İzleyici günün 24 saatinde de bunu mu ister? Bunun bir dozu filan olmalı mı? Olmamalı mı? Bunun uygulandığı kanala/kanallara ne sağlıyor?..” sorularının yanıtlarını tam olarak verebiliyor muyuz bunu da düşünmeliyiz herhalde. Öyle değil mi?

Gelelim yukarıda “girizgahını yaptığım” konuya.

Yani CHP Genel Başkanı (başkaları da olabilir) Kemal Kılıçdaroğlu’nu “Çek git be kardeşim. Yettin artık!..” tarzında eleştiren anchorman/woman furyasına.

Gazeteci, yorum yapacağı zaman elbette kimseden izin almaz. Hele belli bir yetkinliğe, mesleki deneyime ve “siyasi analiz yeteneğine sahip olduğunu” düşünüyorsa, herkese her lafı (edep ve adap çerçevesinde – hakarete vardırmadan) edebilir.

Ama burada önemli bir kriteri gözden kaçırmamak, bazı şeyleri de birbirinden ayırmak lazımdır.

Bir ülkeyi yönetirken hatalar yapan, o hatalar nedeniyle (misal Türkiye) 85 milyon insanın yaşamını doğrudan etkileyen, o ülkenin kuruluş temellerini yıkmayı amaçladığı açıkça belli olan, yetkin olmadığını uzun yıllardır hemen her gün ve her dakika kanıtlamış bir iktidarın/bir rejimin son bulmasını istemek, bir lidere “yetti artık” demek ve bu konudaki görüşlerini dile getirmek başkadır. Bir siyasi partiyi kimin yöneteceğine karar vermek ve onu oradan “kovalamak” başka bir şeydir.

Siyasi partiden söz ettiğimizde, o partiyi kimin yöneteceğine karar vermenin ve o konuda ahkâm kesmenin, o partinin saflarındaki üyelere düştüğünü unutmamak gerekiyor. Dışarıdan baktığımızda elbette bizim de bir fikrimiz olabilir ve bunu beyan edebilme hakkına sahip olabiliriz. Genel manâda, başarısız olan herkesin (siyasi parti, dernek, kulüp, holding, şirket vs.) bizce gerekçelendirilerek gitmesini istemek de doğaldır. Ama, sanki bizim üstümüze vazifeymiş gibi “Çek git be kardeşim. Amma yapıştın koltuğa” üslubu? Doğru mu? Bunu iyice düşünmeliyiz.

Vatandaş olarak bizleri yöneteni istememek ayrı bir şeydir.

Ama, bir siyasi partinin üyesi değilsek, o partiyi kimin yöneteceğine ya da yönetemeyeceğine dair ahkâm kesmek, hatta daha da ileri gidip “emir kipi ile” birini oradan kovalamaya çalışmak, bambaşka bir şeydir. Söz konusu partinin programını, ilkelerini, tüzüğünü, bunların çalışıp çalışmadığını da “dışarıdan gözlemci olarak” eleştirmek de en doğal hakkımızdır. Ama “emredici” bir tavır, gazetecinin ne kadar “görevi” sayılabilir? Onu iyi düşünmeliyiz.

Bu mesleki eleştiriyi yaparken, bu konuya daha vurgu yapayım ki, hem bunları yazmaktan maksadım iyice anlaşılsın hem de beni iyi tanımayanlar “bunları neden yazdığıma dair” yanlış bir izlenim (bu ülkenin en yaygın hastalıklarından biridir bu) edinmesin.

Yazının asıl amacı olan “Kemal Kılıçdaroğlu”nun yanlışları konusunda elbette benim de yıllardır ayrıntılı olarak hem kaleme aldığım hem de TV konuşmalarımda hiç çekinmeden (zaten niye çekineceğim ki?) dile getirdiğim görüşlerim bakidir. Bunları bir kez de KRT TV adına yüz yüze yaptığım özel röportajda kendisine de canlı yayında sorular şeklinde iletme olanacağım olmuştu. Birkaç kez de bazı kapalı toplantılarda direkt olarak iletmişliğim vardır. Bu yüzden de eğer sorulursa Sayın CHP Genel Başkanı’nın benden pek de hoşlanmadığını tahmin ediyorum. O da onun haklı tercihidir. Beni de bağlamaz tabii...

Başarısız olan (ille de seçim kaybetmesi şart değildir başarısız sayılmam için) siyasi liderlerin kendiliğinden çekilmesi gerektiği konusundaki görüşlerim de bilinir. CHP Genel Başkanı’nın bu dönem görevine (kendi kafasındaki bazı değerlendirme ve hesaplarca belirlenen bir süre) devam edip etmemesi de kendisini ilgilendirir. Benim bu konuda da fikrim olabilir.

CHP Genel Başkanı’nın “emrinde bir parti neferi” hatta partinin bir üyesi veya sempatizanı bile değilim. Üyesi hiç olmadım. Olmayı da düşünmüyorum. Kişisel bir tanışıklığım dostluğum da yok. Görüş ve fikirleri ile icraatını bazı açılardan takdir eden ama bazı açılardan da “dayanılmaz derecede yanlış bulan” bir gazeteciyim.

Sadece “Gazetecilik mesleğinin belli kuralları ve olması gereken uygulama ilkeleri” konusundaki titizliğimden kaynaklanan bir sızlanma ve eleştiridir bu yazdıklarım.