Bir insan, bir kurum ya da bir devlet, oturup da özel bir hazırlık, bir plan yapsa, yıllarca uğraşsa, kendisini bu kadar zor bir duruma düşürmeyi ancak bu kadar başarabilir.
Son günlerde uluslararası camiadan peşpeşe gelen iki uyarıdan söz ediyorum. Önce 10 ülke büyükelçilerinin Ankara’da Türkiye Cumhuriyeti hükümetine yönelik olarak yayınladıkları “Kavala’nın serbest bırakılması ve tutuksuz yargılanması gerek” içerikli bildiri, ardından Avrupa Birliği’nin dönemsel raporunda yapılan “Demokrasi, ifade özgürlüğü, hukuki arızalar, adalet vs.” konulu uyarılar.
Baktığınız zaman, elbette ki hükümran bir devletin, “Seçilmişlerin yönettiği” bir ülkenin, yani bir “Darbe ya da işgal sonucu oluşturulmamış” bir yönetimin, böylesine “Dışarıdan gazel” anlamına gelebilecek ve “içişlerine müdahale” olarak algılanabilecek çıkışlardan rahatsız olması çok doğaldır. Netice itibariyle “Herkes kendi işine bakmalıdır. Her ülke kendi işi ile kendi adalet sistemi ve kendi demokrasisi ile ilgilenmelidir…” değil mi?
Değil.
Neden, biliyor musunuz?
İki nedenle.
Birincisi;
Zamanında altına imza attığınız sözleşmeler, üyelikler ve üyelik başvuruları ile, bu hakkı yani bu eleştiri hakkını kendi vatandaşlarınız kadar başkalarına da veriyorsunuz da, ondan. Böyle bir dünyada yaşıyoruz çünkü. Kurucu üyelerinnden olduğumuz Avrupa Konseyi’nin çalışma ilkesi ve ruhu bunu öngörüyor. Yani, herkes birbirinin hatası, kusuru, sevabı, günahı ile ilgilidir böyle ailelerde. Hele ki, Avrupa Birliği denen oluşuma “tam üye olabilmek için ta 1960’lardan, 80’lerden, 2005’ten beri çırpınıyorsanız”, o hakkı “partnerlerinize” vermiş oluyorsunuz. Demokrasinizi, hukuk sisteminizi, ekonominizi, “Onların” (ailenin diğer mensuplarının) standartlarına yükseltmek (evet yükseltmek) için bir ahitte bulunmuşunuz demektir. Bunu hatırlatıyorlar size.
Niye alınıyorsunuz?
Bu taahhüdün altına girmeseydiniz, ne Avrupa Birliği ile ne de geçmişte Avrupa Konseyi ile bir ilişki kurmasaydınız rahattık(!) şimdi. Kimse size böyle “öğretmenlik, mürebbiyelik, dadılık” taslayamaz, “ukalalık” yapamazdı. Parmak sallayamazdı. Hariçten gazel okuyamazdı. Mis gibi yaşardık kendi dünyamızda. Arnavutluk, Kuzey Kore, Saddam’ın Irak’ı, Kaddafi’nin Libya’sı, Hafız Esad’ın Suriyesi, Körfez’in krallıkları, şeyhlikleri, emirlikleri, sultanlıkları gibi.
Gelelim ikinci sevimsiz(!) gerçeğe:
Hani “Bizim yargımız bağımsız. Kimse hakimlere talimat veremez. Onlar istediklerini yaparlar” diyorsun ya. Güzel. Yani bunu söylemek çok hoş olabilir. Kulağa da hoş geliyor ama…
Ama sen, neredeyse her Allahın günü bunun tam tersini yapıyorsun. Hoşuna gitmeyen, kızdığın, öfkelendiğin, “gıcık olduğun” herkesle ilgili yargıyı, savcıları, hakimleri, göreve çağırıyorsun. Mahkeme kararları ile ilgili sürekli olarak, “Bunu beğendim, şunu beğenmedim, ötekini yok hükmünde sayıyorum, berikini tanımıyorum” diye beyanların arşivlerde durmuyor mu?
Dahası… Geçmişte, hatta çok yakın geçmişte en bariz örneği Amerikalı Rahip Brunson ve Alman gazeteci Deniz Yücel örneklerinde görüldüğü üzere, pekala “Yabancı yönetimerin baskı ve ültimatomları üzerine” bağımsız(!) mahkemelere talimat vererek serbest bırakılmalarını sağlamadın mı?Üstelik de, bunun tam aksine zehir zemberek (burası Çatladıkapı Cumhuriyeti mi yau?!) açıklamalar yaptığın halde. Amerikalı Papaz mahkemeye götürülürken aynı anda havalimanında onu ülkesine götürecek tayyarenin motorları çalışmaya başlamadı mı?
Sadece bu iki örnek de değil. Fransız “casus” gazeteci, Rus “ajan”lar vs. Üstelik bunlar sadece bildiklerimiz.
Yani… Kusura bakma ama canım kardeşim… Külağıma anlat bu “Bağımızlık, hükümranlık” öykülerini.
Elin oğlu da yemiyor bunları, tabii biz de.
Şimdi indir o parmağını…
Git dersini çalış.
Ülke yargısının gerçekten bağımsız hale getirilmesi için neler yapılabileceğini düşün.
Nasıl?
Olmaz değil mi?
Bağımsız olursa o zaman gelir bir gün senin istemediğin kararlar da alır değil mi?
Nasıl biliyorum ama?
İşte bu yüzden, bırak tüm dünyayı kendine güldürmeyi ve bu söylediklerimizi iyice anlamaya çalış ve senin yüzünden bu ülkenin itibarının saygınlığının 5 paralık hale neden geldiğini düşün.
İşin zor.
Biliyorum.
Ama sen getirdin buralara bu işleri.