BIST 100 9.470 DOLAR 34,58 EURO 35,99 ALTIN 3.005,27
13° İstanbul
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyon
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkari
  • Hatay
  • Isparta
  • İçel
  • İstanbul
  • İzmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce

“Son ütücü” kafası

Beceriksiz yöneticilerin, hemen her kurum ve kuruluşta sorun çözme konusundaki yetersizliklerinin hem kuruma hem de ekonomiye maliyetini, acaba kimse oturup da hesaplamış mıdır?

Bence, “Sayılarla ifade edilemeyecek, sayıya dökmeye kalksanız sonuna sıfır yetişmeyecek kadar yüksek hacımlı” bir veriler yığınından söz ediyor olabiliriz.

“Her kurum ve kuruluş” dedik ya… Ticari kuruluşların ya da özel kurumların zararı kendilerine. Ama söz konusu devlet olunca, yani kamu otoritesi olunca, bu zarar ülkenin tamamının hesabına yazılır. Yani hem zaman, hem enerji, hem de maliyet anlamında, bu kararları alanların da, bu kararlardan etkilenenlerin de belli ölçülerde paylaştıkları bir zarardan söz ediyoruz.

“Sorun çözme yetisi - yetersizliği” diye bir ders olmalı üniversitelerde. Bu izimde özel bir “ana bilim dalı” filan kurulmalı. Ve bu kürsüde okutulmak üzere hazırlanacak ders kitaplarına, 20 yıllık AKP iktidarının icraatı mutlaka alınmalı.

“Bir iş nasıl hallolmaz? Neresinden başlanmaz? Nasıl çözüme ulaşılmaz?” gibi yan dallar da ihdas edilmeli, bu konudaki müfredatı belirleyecek bilim insanları tarafından.

“Raflardaki fahiş fiyatlar” meselesini ele alalım. Ekonominin dinamiklerinden, sistemin özellikle de serbest piyasa ekonomisinin nasıl çalıştığından zerre kadar haberlerinin olmadığını “ele verir” tarzda bir açıklama ile, “Fahiş fiyatlara son vermek için denetimleri sıkılaştıracağız” açıklaması tam da bunun işaretidir.

Ne demek “denetimi sıkılaştırmak” yahu?

Gidip dükkanlarda tezgahtara veya mağaza müdürüne ya da patrona “Bunu kaça aldın? Kaça satıyorsun? Neden bu kadar kâr koyuyorsun üzerine?” diye mi soracaksın? Ya, sana dönüp de, “Keyfimin kâhyası mısın? Sana ne?” derse ne cevap vereceksin? Veya dükkândan çıkarken şöyle bir ceza makbuzu mu keseceksin? “Aldığı malı yüzde (misal) yüzde 25, 55, 555 zamla sattığı için…” Serbest piyasa ekonomisinde böyle bir şey olur mu? Adam “satabildiği müddetçe” yani müşteri gelip aldığı müddetçe istediği fiyattan satar. “Almayın, almasınlar o zaman abi…” deme hakkı var.

Ha.. Yok eğer, “fiyatları ben belirlerim devlet olarak” diyorsan, bunun adı serbest piyasa ekonomisi olmaz. Narh sistemi olur. Marksist – Sosyalist - Kamucu filan anlayışa evrilirsin… (ki ben varım. Başım gözüm üste. Ömrümün neredeyse tamamına yakınında, yaklaşık yarım asırdır bunu savunuyorum)... ama esnafın ve sanayicinin pek hoşuna gideceğini sanmam. Rifat Bey’e Bendevi Bey’e filan sor. Bakalım ni diyecekler sana? Zaten sen de yapamazsın bunu. Çünkü kendi (kamu) ürettiğin ürün ve hizmete de dakika başı “fahiş zam” yaptığın için, bunu mahalle bakkalına marketine, kasabına, nalburuna söylemeye hakkın yok. Yüzün de yok.

Yanlış yerden başladığını söylememe gerek bile yok.. Tabii kendini kandırmak ve milleti “birşeyler yapıyor” olduğuna inandırmak istiyorsan orası başka. Sen devam et kandırmaya.

Eğitim alanında yaptıklarını, daha doğrusu yapamadıklarını da hatırlatalım. Her köşe başına üniversite açarak, “Dünyanın en fazla sayıda üniversitesine ve üniversite öğrencisine sahip olma rekoru”na oynayabilirsin. Haydi, kaliteden filan da geçtik diyelim. Bu çocuklar, ülkenin hemen her kentinin her mahallesine dağılmış biçimde mantar gibi biten okullarda okumak için şehir değiştiriyor.

Kalacak ev bulamıyor. Kiralar ateş pahası. O zaman yurt lazım. Üniversitenin kendisi gecekondu olduğu için, çoğunun yurdu filan. Kampüsü filan yok. Kim yapacak bunu? Tabii ki kamu otoritesi.

Yapmamışsın. Yapamıyorsun. Önceliklerin, Saray’a lükse şatafata ve yandaş müteahhite filan akıtmaktan ibaret olduğu için yetişememişsin yurda filan.

O zaman, çocuklar bunu protesto edince, “Yallah karakola!..” Dayak, sopa, işkence, küfür, kelepçe, itham, ağız dolusu hakaret, “Teröristleeeeeeer!.. Ulan hepiniz LGBTİ’siniz be!..” komiklikleri filan.

Böyle mi çözeceksin?

Dedim ya. “Nasıl çözülmez 101” dersinin müfredatı hep bunlar.

Taksi sorununu ele alalım mesela…

“Köşe başlarında pusu kurup, şoförleri avlayıp” ceza yazarak bu köklü sorunu halledeceğini sanıyorsun. Sen de ben de biliyoruz ki, o yazdığın cezayı tahsil edip edemeyeceğin bile şüpheli. Üstelik, araç sahipleri taksi baronlarının filan arkalarını nerelere dayadıklarını herkes biliyor. Hemen telefonlar çalışacak ve “Filanca abi, bilmem kim bey” aranıp, mesele “çözülecek” hemen. Kim adına? Tabii ki baronlar, mafyalar adına. Sen atar gider yaptığınla kalacaksın. Yayınladığın genelge elinde sararacak bir müddet sonra. Bunları çok gördük.

Sistemi reforme edemedikçe bu sorun devam edecek ve sen “Trafik polisi düdüğü” ile çözemeyeceğini bir türlü öğrenemeyeceksin.

Dış politika desen öyle.. Her komşunla maraza çıkarıp, her yere benzin döküp, elinde kibrit hattâ meşale ile alevi harlandırırsan, sonra da “Filanca benimle niye görüşmedi. Falanca yerde niye çözemiyoruz?” ağlaşmanın bir yararı olmadığını öğren artık. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” şiarını tekrarlamaktan harap bitap düşenlere bir kulak ver. Hayır.. Bunu yapmıyorsun. Bütün diğer sorunlar gibi “En sondan” başlıyorsun. Sonuçlardan yani..

Son ütücüyü bilir misin?

Tekstil – konfeksiyon sektöründe mal tamamen üretim aşamasından çıktıktan sonra, ambalaja girmeden, mağazaya sevk edilmeden, son adım olarak buruşukların giderilmesi için “Son ütü”yü yapan insanlara denir.

Sen kumaşı daha aldığın anda “ütü” vurarak, iyi bir ürün çıkaracağını zannediyorsun. “Üretim bandının” en son santimetresinden başlıyorsun işe. Sonra kesim, biçim ve dikişe geçmeye çalışıyorsun. Aslında, kumaşı renklendirmeye bile, “dükkana sevk” aşamasında kalkışmadığına şaşırıyorum desem yeridir. O bile beklenir senden. O derece yani.

“Son ütücü” kafası ile hiçbir şeyi halledemezsin. Halletmedin bunca yıldır. Bırak artık. Ömrümüzü tükettin. Hem bizim hem de ülkenin ömrünü.

Muhterem “Son ütücü”…

Bırak artık. Cidden.