Aslında, yazının başlığı; "Yorumunuzu nasıl alırdınız?" veya "Röportajınızı nasıl alırdınız?" diye çeşitlendirilebilir.
Belki fazla karamsar ve ağır bir değerlendirme olacak ama, demokrasi kültürü maalesef henüz gelişmemiş ve benim yaşam sürem içinde gelişeceğine dair fazla umut taşımadığım bu toplumda, "Ana akım siyasetçilerin ve onların yandaşlarının" hoşlarına gidecek haber ve yorum ısmarlanması, önde gelen popüler siyasetçilerle röportajların "kızdırmayacak - ürkütmeyecek - ağız tadı kaçırmayacak - küstürmeyecek" tonda ve lezzette yapılması adetten olmaya başladı.
Bu iş öylesine tehlikeli bir döngü haline geldi ki, bu tür haber - yorum ve röportajlar çoğaldıkça, "geçerli norm" haline geliyor. Onun dışında yapılar işler, neredeyse "Bozgunculuk, fitnecilik, oyunbozanlık" diye damgalanmaya başlandı.
Oturup bu yazıyı yazmaya neden karar verdim?
Anlatayım.
Altılı Masa, ya da yeni hali ile "Millet İttifakı"nın yaşadığı "Masa Devirme" krizi sürecinde, ibret verici gelişmelere tanık olduk. Aslında sık sık yaşadığımız bir olgudur bu. Ama, özellikle son bir haftadır, gerek sosyal medyada, gerekse TV programımda yazıp - çizip - konuştuklarım üzerinden demokrasi dışı eleştiriler almaya başladım.
Örneğin, masadan kalkıp giden ve Millet İttifakı'nın imajına da, bu ülkeyi bugünkü iktidardan kurtarabileceği umuduna da, seçimin rahat bir çoğunlukla kazanılması şansına da ağır bir darbe indiren İYİ Parti liderine yönelik yaptığımız eleştiriler, neredeyse "Hıyanet" damgası yedi. Sayın Meral Akşener'in fevri (kendisi kararlılık ve dik duruş diyor) tavırları, partisinin içinde "her kafadan ayrı ve hoşnutsuz" sesler çıktığı izlenimi veren açıklama ve hareketler, o meşhur "4 günlük kriz" boyunca yaşananlar, sonunda "Kılıçdaroğlu seçilebilecek aday değildir. Ya Ekrem, ya da Mansur olmalıdır" diye aylar süren ısrar ve masa devirme operasyonu yaşanmamış gibi "Peki tamam ya.. Seçilebilecek adaymış, kabul" deyip geri dönmesi, tartışmalı ve yapay bir "Ekrem ve Mansur'u Çankaya'ya iliştirme" formülü ile zoraki ikna edilmemiş gibi, bunları görmememiz ve göstermememiz isteniyor sanki.
İYİ Parti çevrelerinden bir bombardımana maruz kalıyoruz ki, sormayın gitsin.
Gazetecinin "gördüğünü yazması ve anlatması" ve bunların üzerinden "özgürce yorum yapabilmesi" ilkesinin üzerinde ter ter tepinmeye başlıyor birileri.
Yine, pazartesi gecesi Sayın Kemal Kılıçdaroğlu'nun adaylığının Saadet Partisi kapısında duyurulması esnasında Akşener'in inkar edilemeyecek ve gizlenemeyecek ölçüde "konuşan" hatta "bas bas bağıran" vücut ve surat diline dikkat çektik diye, "Sen ne yapmaya çalışıyorsun?" saldırılarına maruz kalmak, kelimenin tam anlamı ile insaf ölçülerini aşıyor.
Benim gibi, medyada önde gelen başka meslektaşlarımın da, kapalı kapılar ardında yaşanan krize dair bazı detayları yazması, "Akşener Pazartesi günü de, şöyle hiddetlenmiş. Böyle bağırmış. Şöyle sakinleştirilmiş. Yine kalkıp gitmek üzereymiş. Otomobili bile hazırlanmış..." içerikli kulis bilgileri de, "Siz ne yapmak istiyorsunuz Allah aşkına? Tamir edilen bir şeyleri yeniden yıkmaya mı çalışıyorsunuz?" yollu eleştirilere konu oldu.
Anlamadıkları bir şey var bu "Siyasi parti askeri ve yandaşı" insanların...
Gazeteci, bir ittifakın bekasını, siyasetçiler arasındaki tartışmaların üstünün kapatılmasını, masaların devrilip dağılmasını filan "dert edinerek ve bunları haberin kutsallığının önüne geçirerek" çalışmazlar. Partinin basın elemanı, sosyal medya birimi veya medya sorumlusundan filan farkımız budur bizim.
Bizim meslek, "Aman kimseyi gücendirmeyelim. Ürkütmeyelim. Yazdıklarım ve söylediklerim, siyasetin dinamiklerine nasıl etki eder acaba? Neyi söylemesem? Neyi içimde saklasam?" diye yapılmaz. Öyle yapana da gazeteci denmez. Öyle yapan çok (belki çoğunluk) diye gerçek gazeteciyi bundan kimse alıkoyamaz. Alıkoymamalıdır.
Keza, siyasetçilerle yapılan röportajlarda "Aman, şunu sorarsam, şimdi ortalığı daha fazla bulandırmış, karıştırmış mı olurum acaba? Zor sorular, köşeye sıkıştıran sorgulamalarla muhatabım politikacıyı gücendirir miyim? Bir daha telefonuma çıkmazsa? Bir daha röportaj vermezse? Ne yaparım ben?" türü bir çekingenlik içinde olmak da bize yakışmaz.
Siyasetçilerle yaptığın, özellikle de kritik dönemeçlerde ve kritik gündemlerle yaptığın röportajda hep "İsterse son kez konuşuyor olsun. Ama gerekli tüm soruları sormam lazım" ilkesi ile hareket etmelidir gazeteci. Çünkü amaç, "Kamuoyunun, okurun, izleyicinin, dinleyicinin öğrenmesi"dir. Kendi kişisel merakın için sohbet etmiyorsun ki...
Sonuç olarak, "Ismarlama ve siyasetçiyi (yandaşlarını da) ürkütmeyecek hoşa gidecek haber, yorum ve röportaj" yani "isteğe uygun, ısmarlama gazetecilik" bizim işimiz olmamalıdır.
Biz böyle öğrendik bu işi, ustalarımızdan.
Parti askeri, mensubu, üyesi, yandaşı, sempatizanı, muhibbi, kripto takipçisi gibi yapılan iş gazetecilik değildir. Derdimiz, "Birilerini üzmemek" değil, kamuoyunu bilgilendirmek olmalıdır. Onların bilgi alma, haber alma, sağlıklı yorum alma özgürlüğüne saygılı olmalıyız. Aksi, kamuya ihanet olur.
Siyasetçi, varsın yazdıklarımızı "Kendisine ihanet" (niyeyse?) olarak algılasın. Bizim birinci önceliğimiz milletin doğru bilgilendirilmesidir. Doğru ve sağlıklı bilgilenmeyen halk, doğru tercih kullanamaz. Yoksa bunu istemiyor muyuz?
Bizim meslek erbabının, siyasetçilerin, parti yandaşlarının ve tabii ki kamuoyunun bunu (artık zamanıdır) öğrenmesinde ve hiç unutmamasında yarar var.