İBB olarak, Türkiye’nin hemen her noktasından kendilerine gelen talepleri karşılıksız bırakmadıklarını vurgulayan İmamoğlu, “TBB Başkanı olmadan önce, İBB Başkanı olmamla birlikte, her zaman Türkiye'nin her noktasını önemseyen bir anlayışla İBB’de görev yaptık. Parti ayrımı gözetmeksizin, 7 bölgede, her gittiğimiz yerde; belde, ilçe, il, büyükşehir belediyelerine ‘merhaba’ demeyi, onlarla muhabbet edebilmeyi önemsedi. Bizim bu önemsenmemizin karşılığında, bazen merkezden siyasi talimatlarla, bizimle görüşmemek için ya izinli ya raporlu olan bazı insanlar olmadı değil” dedi.
Bu tavırlara rağmen, her gittikleri yerin idari ve mülki amirlerini aramaktan geri durmadığının altını çizen İmamoğlu, “Bu nezaketi hiçbir zaman elden bırakmadım. Neden bırakmadım? İstanbul, nüfusu itibariyle Türkiye'yi temsil eder. Bu kadar kapsayıcı temsili, bir başka ilde görmeniz mümkün değildir. Demografik yapısı, net olarak Türkiye profilinin tarifidir. Hem İstanbul'a hem Türkiye'ye bu bakışımızın sadece bir ziyaret amaçlı olmadığını, sadece bir gezi ya da diyalog olmadığını ifade etmek isterim” diye konuştu. Türkiye’nin birçok noktasına farklı alanlarda hizmetler sunduklarına dikkat çeken İmamoğlu, “5 yıllık dönemi kapsayan icraata baktığınızda, toplamda 79 ilde, 400’den fazla belediyeye İBB olarak dokunmuşuz. O dönem Türkiye'mizin yerel yönetim haritasına baktığımızda, Cumhuriyet Halk Partili belediyelerin 200’ün biraz üzerinde olduğunu düşünürseniz, burada parti ayrımı yapmaksızın katkılarımızı sunduğumuzu da ifade etmeliyim. Son 5 yılda, Anadolu'ya ama bitirdiğimiz ama tamamlanmak üzere olan, son aşamasına gelmiş 3 milyar liraya yakın yatırım yapmış bir pozisyondayız” bilgilerini paylaştı.
“İBB Başkanı olmamın yanı sıra, TBB Başkanı olarak da farklı bir sorumluluk içerisindeyiz” diyen İmamoğlu, “Tamamen partizanlığı dışlamış, ihtiyaç haritası ve beklentilere göre daha güçlü şekilde Türkiye'de yerel yönetimlerle çalışmaya kararlı bir ekibiz ve böyle bir dönemi harekete geçirdik. Çünkü, TBB’nin faaliyetlerine ve ilişki düzenine baktığımızda, ne yazık ki kendi partisi üzerinden bir ayrımcılık ve kayırmacılık olduğunu net olarak görebiliyoruz. Üzülerek ifade edeyim; davaya dönüşmüş, hatta bir gelenek olarak çoğunluk sayıda olan belediyeler başkanlık etmiş ama her belediyenin içinde, her siyasi görüşün içinde olduğu bir TBB anlayışını son dönemde tümden dışarı çıkartarak, kendi ittifakıyla kurmuş bir anlayıştan devraldık TBB’nin son yönetimini. Biz geldikten sonra, teknik ve bilimsel açıdan etkili bir bakışı ortaya koyduk ve bir kriter çalışması yaptırdık. Bütün arkadaşlarıma şunu söyledim: TBB eliyle yapılacak olan ama hibe ama iş ama proje, her ne varsa, mutlaka teknik ve bilimsel zemine dayanacak, ölçülebilir olacak, şeffaf olacak ve ne için, nereye yapıldığı konusunda net ifadelerle rapora tabi tutulup, kurumsal yapının hafızasına girecek” ifadelerini kullandı.
İmamoğlu, “Bunu niye bu şekilde açıklıyorum” sorusunun altını, “Bu söylediğim sıralamanın hiçbirisini, daha önceki arşivlerde bulamadık. Bazen verilmiş hibelerin izini sürdüğümüzde, ne yazık ki erişemediğimiz hatları var. Bu yönüyle, özellikle coğrafi genişliği, sosyoekonomik durumu, pozitif ayrımcılık olarak kadın belediye başkanı olması gibi kriterleri önemseyerek adımlar attığımızı ve atacağımızı, yol haritamızı bu şekilde çerçevelediğimizi siz değerli basın mensuplarımızla paylaşmak isterim” sözleriyle doldurdu. Türkiye’deki tüm belediyelerin çok ciddi mali zorluklar içerisinde olduğunu kaydeden İmamoğlu, “Bugün artık Türkiye'de belediyeler, özellikle belde, ilçe, hatta bir kısım il belediyeleri sadece maaş ödeme pozisyonuna dönüşmüş durumdadır. Bu tehdit, daha üst çemberde bulunan belediyeleri de aynı şekilde sarmak üzeredir. Kuşkusuz bunda en önemli etkenlerden birisi, ülkede uzun süredir devam eden kriz ortamı ve bozulan ekonomi dengeleridir” şeklinde konuştu.
Belediyelerin merkeze bağımlılığının, bu durumun nedenlerinden biri olduğu tespitinde bulunan İmamoğlu, “Hatırlayınız; 2000’den itibaren, bugünün iktidarının en fazla söylediği şey, yerelin güçlendirilmesiydi. Ama tam tersi bir akımda hem gelirden aldığı pay hem de yetkisi hem bölgelerindeki merkezi idarenin bakış açısı ve gücünü kullanma biçimini, hatta yerelde bir başka partiden ise, onunla çok üst seviyede mücadele edercesine, siyasi kurumlarını kullanarak, siyasi parti mekanizmalarını kullanarak, yereldeki bu dinamik gücü ne yazık ki baskı altında tutmaktadır. Bu, aynı zamanda az önce söylediğim ekonomik zorlukların oluşmasında etkili bir taban olduğu için açtım bu paragrafı. Ve bu, aynı zamanda demokrasimiz için de bir tehdit” dedi
Tüm bu sorunların demokratikleşmeyle aşılabileceğine vurgu yapan İmamoğlu, İBB’deki ilk yıllarında ulaşımdan eğitime, sosyal desteklerden çevre yatırımlarına, altyapı yatırımlarından kültürel miras alanlarının korunmasına, kültür-sanattan akıllı şehir uygulamalarına, Kent Lokantalarından kentsel dönüşüme kadar birçok alanda yaptıkları hizmetlerin özet bir dökümünü sunan İmamoğlu, özetle şunları söyledi:
“Hükümet kanadıyla da her zaman açık, şeffaf iletişim kurmak adına, elimden gelen çabayı sergiledim. Defalarca kurumlardan randevu talep ettiğim oldu. Ama dönüş olmadı. Ona rağmen yine konu bazlı randevular istedik. Çünkü bunun bir kişisel ihtiras alanı olmadığını, milletimize hizmet alanı olduğunu biliyorum. Bu yönüyle, özellikle üst düzeyde gayret gösterdik ve açıkçası bu iş birliğine dönük dönem dönem ne yazık ki cevaplar alamadık. Tabii yerel yönetimlerin gücünü, sadece hizmet götürmekten de ibaret görmüyorum. Bizler, demokrasinin temel taşlarını oluşturan halkın ihtiyaçlarını anında, en yakından gören, çözüm üreten aktörleriz. ‘Güçlü bir Türkiye, güçlü bir demokrasiyle mümkündür’ anlayışını, yürekten, bütün hücrelerine kadar, bütün damarlarındaki akan kan gibi hisseder bir kişiyim. Demokrasi, tabii ki özgür bir basınla mümkün. Şeffaf bir yönetim, hesap verebilir bir siyasetle anlam kazanabilir. Basın mensuplarının halkı doğru bilgilendirme misyonu, halkımızın gerçeğe ulaşmasındaki en önemli araçlardan da birisidir. O anlamda sizlerle olan diyaloğumuzu önemsiyorum. Bizlerin hem İstanbul'da hem Türkiye'de her türlü ayrımcılığı reddeden ve herkesi kucaklayan bir siyaset anlayışını savunduğumuzu da ifade edeyim. Ve kutuplaştırıcı değil, birleştirici bir dili yaygınlaştırmak zorundayız.”
“Tam da Türkiye'nin kalbinde, Ankara'da, başkentinde olduğum bu anda, bir ifade bulunmak istiyorum bütün basın mensuplarının huzurunda. 20 milyonluk bir şehri ve oradaki milyonlarca insanın ödediği vergiyi, yüzde 60 yakın ekonomik gücünü temsil eden bir şehrin insanlarını temsil eden Ekrem İmamoğlu'nun, 5,5 yılı aşkın zaman diliminde, Türkiye'nin bu vergileriyle hayatını sürdüren TRT'de acaba bir tane açılışını, bir tane haberini görebilir misiniz? Lütfen açın, tarayın, bakın… Utanç vericidir. Bakın altını çiziyorum; utanç vericidir. Bir tane haberini, bir tane açılışını… Spor organizasyonunda bile İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin ismini anmamak, utanç vericidir. Bu, benim içimi acıtan bir durumdur. O bakımdan bunu düzeltmek zorundayız. Bunu yapanların, burada oturan ya da bu işin emekçileri olmadığını biliyorum. Bu işi sürükleyen idarenin ya da aklın, aslında ülkeye ne kadar kalıcı hasarlar ve kötülükler yaptığını tarif edemem. O bakımdan farklılarımızı zenginlik gören, sorunlarımızı diyalogla çözmeyi hedefleyen siyaseti büyütmek, hepimizin ortak sorumluluğu olmalıdır. Partizanlık, bu halkın, milletimizin en büyük düşmanı haline gelmiştir.”
“Bir yandan Türkiye'deki ve öte yandan uluslararası alanda yaşanan gelişmeleri de kaygıyla izliyoruz. Çok trajik savaşların göbeğinde, çatışmaların göbeğinde olduğumuzu görüyoruz. Bu konuda uluslararası ilişkilerimizi de en üst seviyede tutuyoruz. 3,5 yıl önce adım attığımız ve Balkan şehirlerini bir araya topladığımız bir oluşum (B40 Balkan Şehirleri Ağı), şu an 65 şehre ulaştı. 65 şehir bir araya gelip, gerçekten iyi dayanışmalar gösteriyor. Dönemsel başkanlığın uygulandığı, her yıl bir başka belediye başkanının görev yaptığı, uluslararası alanda çok itibarlı bir oluşuma kavuşmuştur. Kurucusu olmak, Kurucu Başkanı olmak, hala sekretaryasının İstanbul'da yürütülmesi… Dönem Başkanı Tiran. Önümüzdeki yıl Şubat ayında da dönem başkanı Saraybosna Belediye Başkanı olacaktır. Bir sonraki de bellidir. O da Sofya Belediye Başkanı olacaktır. Bu, uluslararası anlamda önemli bir oluşumdur. Biz, bunun bir benzerinin, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin, özellikle İslam dünyasını, coğrafyasını temsil eden ülkelerin şehirleriyle olması gerektiğine inanıyoruz. Bunun da davetini Aralık ayı içerisinde yaptığımızı, özellikle barışı, huzuru, kentlerde yaşayan insanların taleplerini konuşarak, özellikle savaşı öteleyen, savaşı ortadan kaldıran bir zemin oluşturma gayreti içerisinde olacağımızı; benzer bir oluşumu Karadeniz'e kıyısı olan şehirlere de yaparak, bölgesel dayanışmayı İstanbul merkezli, İstanbul odaklı büyütme gayreti içerisinde olduğumuzu ve bu yolculukta da kararlı hareket ettiğimizi sizinle paylaşayım.”
“Toplum olarak bugünlerde ağır travmalarımız var. Böylesine bir çaresizliği daha önce hiç yaşamadığımızı düşünüyorum. Her zor zamanımızda, ‘Nasıl olsa birileri, bu ülkenin sevdalıları, bu ülkenin okumuş, eğitilmiş büyükleri bir yerlerde çözümler çalışıyordur; yalnız değilizdir’ diye düşünmüştür milletimiz. Ancak, son zamanlarda art arda patlak veren can yakıcı meseleler, toplumsal kaygıları derinleştirmiştir. Bunu lütfen gözden kaçırmayınız. Milletten uzak olmayan herkes, tehlikeli bir psikolojik eşiğe geldiğimizi fark etmiştir. Artık bireyin, kamunun koruyucu ve kollayıcı gücünü hissetmediği, adaleti hissetmediği bir dönem yaşıyoruz. Bu tehlikeli bir safhadır. 1999 depreminden hafızalara kazınan bir söz vardı. Orada, ‘Nerede bu devlet, nerede bu millet’ diye bağıran vatandaşlarımızı dün gibi hatırlıyorum. O zaman ben de sormak istiyorum: Bebeklerin canına kastedilirken, ‘Nerede bu devlet’, diye sormak istiyorum. Gasp, cinayet, tecavüz suçluları salıverilip, aynı suçları tekrar işlerken, ‘Nerede bu devlet’ demek istiyorum. Ve aynı zamanda hakimi, savcısı, polisi belgesellere konu olan kötü koşulları, kötü görüntüleri, bazen rezillikleri yıllarca yaparken, ‘Nerede bu devlet’ diye sormak istiyorum. Bakanken, kendi bakanlığına mal satacak kadar futursuzlaşanlar, mafyalar, bahis çeteleri, uyuşturucu çeteleri, gösteriş budalaları, utanç verici işlerini rahatça sergilerken, ‘Nerede bu devlet’ diye sormak istiyorum. Devlette üst düzey resmi görevi olan memurların, havalimanlarından ülkeye kaçak altın soktuğu günlere nasıl denk geldik? Bunları niçin yaşıyoruz? Tüm bunlar ve çok daha fazlası olurken, ‘Nerede bu devlet’ diye, evet buradan sormak istiyoruz.”
“Bugün tam da bu noktada olduğumuzun altını çizelim. Ağır bir çürüme, ağır bir çöküş yaşıyoruz. Nereye el atsanız, ne yazık ki elinizde kalıyor. Sağlık sistemi, eğitim, vergi adaleti, hukuk ve hürriyet… İşte biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, legal hayatlarımızı, hayatın her alandaki illegal yapılara teslim etmemek, bu konuda güçlü bir toplum var etmek zorundayız. Bu mücadelede koruyucu güç, sağlıklı bir devlet yapısıdır. Yeni doğan bebeklerin yaşam hakkı, alçakların para hırsıyla elinden alınıyor ve gerçekten artık yüzümüz gülmüyor. Suratımız asık bir biçimde birbirimize bakar durumdayız. Annelerin, babaların bin bir emekle yetiştirdiği gençlerin geleceği, mülakatla ellerinden alınıyor. ‘Değiştireceğiz’ dedikleri mülakat için, artık 1,5 yıl geçmiş olmasına rağmen, hala kılının kıpırdatılmaması ve insanların bu şekilde yüreğinin yanması, hepimizi acıtıyor. Ekonomik kriz… Vatandaşın kimseye muhtaç olmadan, insan onuruna uygun bir biçimde, kendi emeğiyle geçinme hakkı elinden alınıyor. İşte tam da bu noktada, gerçekten milletin, herkesin bazen içinden, bazen haykırarak, bazen acıyı yaşadığında en üst seviyede dile getirerek, ‘Artık yeter’ dediğini her yerde yaşıyoruz. Bu böyle gidemez. Bir avuç imtiyazlı dışında, kimsenin kendini güvende hissetmediği bir ülkede, Cumhuriyeti kimsesizlerin kimsesi, herkesin güvencesi kılmak zorunluluğumuz vardır. Herkesin kendini, eşit ve güvende hissedeceği bir hayatı, hep birlikte kurmak zorundayız. Bu düzene değiştirmek, tüm yurttaşlara vazifedir.”
Dünyanın; küresel gelir eşitsizliği, küresel yönetişim ve temsilde eşitsizlik, teknolojik eşitsizlik, iklim eşitsizliği, göç eşitsizliği ve uluslararası yasa ve normların eşitsiz uygulanması kavramlarını tartıştığı bir dönemin yaşadığına dikkat çeken İmamoğlu, konuşmasını şu sözlerle tamamladı:
“İstanbul, Türkiye'mizin diğer şehirleri ve Türkiye'mizin bu konuda gerçekten bütün bu eşitsizlik noktalarında atacağı iyi adımların, iyileştirici adımların, güçlü kavramların demokrasiden adalete, eşitlikten sosyal paylaşıma, birçok konuya dönük adımların ve güçlenmesinin, dünyaya da çok önemli katkılar sunacağını ifade etmek değerlidir. ‘Adaletsizlik’ demişken; İsrail ordusunun Gazze'de, Hamas'a karşı yürüttüğü, ancak kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere, on binlerce sivilin ölümü, yaralanması ve yerinden edilmesine neden olarak soykırım boyutunda bir kıyıma dönüşen saldırı, bir insanlık suçudur. Ve ne yazık ki, bütün dünyanın izlediği bir insanlık suçu dönemini bize yaşatmaktadır. Bu durumu, ‘insanlık suçu’ olarak görmek, adalet odaklı dış politikamızın doğal sonucudur. Biz, Türkiye'nin çözüm süreçlerinin içinde yer alması gerektiğine inanıyoruz ve gerçekten yer almadığı ortamlarda, gerçek ve doğru sonuçların oluşmayacağını biliyorum.”
“Şu an Türkiye’nin bu süreçlerin tamamen dışında bırakılmış durumda olması da üzücüdür, kaygı vericidir. Mısır ve Katar, bu süreçler içinde yer alırken, Türkiye'nin dışlanması, Türkiye'nin buradaki hem toplumsal hem tarihi hem stratejik önemiyle asla bağdaşmamaktadır. Türkiye'nin Filistin meselesinde herhangi bir rol oynayabilmesinin ön şartı, Netanyahu hükümetinin insanlık dışı uygulamalarıyla mücadele ederken, Hamas'ın da hamisi rolünden kurtulmasıdır. Netanyahu ve aşırı sağcı hükümetiyle sağlıklı bir ilişki kurulması mümkün değildir. Ancak, şunu da bilelim; Netanyahu tek başına İsrail de değildir. Özellikle, burada bir hükümet olarak ilelebet olmayacağını da bilmek lazım. Ben eminim ki, her ülkede olduğu gibi, Ukrayna'daki savaşta dahi ya da İsrail'in yürüttüğü bu insanlık dışı saldırıların olduğu ortamda, çok üzgün ve bu konuda tepkili İsrailli vatandaşlar da vardır. Rusya'daki vatandaşların da olduğunu net olarak bilmekteyim.”
“Türkiye, bu anlamda bölgesel barış ve refah içinde, birlikte çalışacağı ortamların sağlanmasıyla ilgili güçlü adımlar atabilir ve atmalıdır. Burada ivme kaybının, sadece Türkiye'ye zararı değil, aynı zamanda gerçekten bütün bu coğrafyaya zarar verdiğinin de altını çizmek gerekir. Türkiye, sorunun değil, çözümün parçası olmalıdır. Tüm tarafların güvenine sahip olmadan, Orta Doğu'da etkili bir rol oynayamayız. Bu anlamda özellikle ben her yerde gururla söylüyorum. Zaman geçtikçe, yüzyıllar aktıkça değerinin artacağına inanıyorum. ‘Yurtta barış, dünyada barış’ ilkesinin altı, güçlü kavramlarla, inovatif ve güncel birtakım gelişmelerin de etkileyici parçalarının eklendiği haliyle, dünya için bir manifesto olduğuna inanıyorum. Her ülke güçlü olmalıdır ama gücün kavramı, başka bir yere kaydırılmamalıdır. Ama bu gücün birbirine saldıran ya da sınırlarını ihlal eden, insanlık dışı suçlar işleyen ülkeler pozisyonuna evrilmesinin önüne geçmelidir bu güç. Bu bağlamda gücün demokrasiden, barıştan yana bir hat oluşturmasını da önemsediğimi ifade etmek isterim.”
İmamoğlu, konuşmasının ardından Ankaralı gazetecilerden gelen birçok soruya detaylı yanıtlar verdi.
- Doğu ve Güneydoğu illerimizde yaşanan bu yıkıma neden olan depremden sonra o illerimizden büyük bir göç oldu. Bu göç çoğunlukla İstanbul ve Ankara'ya yöneldi. Zaten bu iki ilimiz farklı nedenlerle, ekonomik sebepler de dahil olmak üzere çok ciddi göç almakta. Ve bunun sonucunda zaten yaşam şartları zorlaşmış olan bu iki büyük şehrimizde yaşam kalitesini herkes için daha da zorlaştıran, şehir çok sıkıştıran bir hal almaya başladı. Türkiye Belediyeler Birliği Başkanlığı şapkanızı da düşünerek bunun Türkiye'ye daha dengeli yayılması için Anadolu'nun farklı illerinde cazibe noktalarının oluşturulması çok ivedi ve önemli bir konu gibi görünüyor. Bu alanda hangi adımlar atılabilir? Bir de İstanbul'daki güncel, sizin verilerinize göre mülteci veya göçmen sayısı ne kadar uygun? Çünkü farklı bilgiler ve değerlendirmeler var. Siz deprem konusunun bir beka meselesi olduğunu ifade ettiniz. Bunu hepimiz görüyor ve değerlendiriyoruz ama biraz da bilgiler verdiniz, neler yapılmakta olduğuna ilişkin, bir yıllık süre içinde kısa vadede ivedilikle ve acil olarak hangi adımların atılacağını söyleyebilir misiniz? Çünkü bütün bilimsel verilerde artık İstanbul'un vaktinin dolduğu, 7 ve üzerinde bir deprem yaşanmasının an meselesi olduğu değerlendiriliyor.
Tabii göç meselesi hem iç hem dış göç diye tariflemek zorundayız. Çünkü artık ciddi ve büyük bir mülteci sığınmacı göçüyle karşı karşıyayız. Deprem döneminde göç eden insanlarımızın Türkiye'nin farklı yerlerinde cazibe alanlar oluşturularak yerleştirilmesi meselesinden daha farklı baktığını ifade etmek isterim. Çünkü bizim aslında deprem bölgesinde yaşamlarını yitirdiğimiz ve o insanlarımızın o bölge zaten aslında bir cazibe bölgesi. Yani Hatay'dan Osmaniye'ye, Adana'dan Gaziantep'e, Maraş'a varıncaya kadar olağanüstü bir coğrafya, olağanüstü bir tarım bölgesi yine aynı zamanda tarıma dayalı sanayinin olduğu ve farklı bir stratejiyle baktığınızda her şeyin kendi özelinde çok büyük avantajları olan bölge olduğunu ifade etmek isterim. Bu kapsamda o bölgede yürütülen iş ve işlemlerin çok iyi planlanarak ve iyi anlatılarak doğru zamanlar tariflenerek yine o bölgeyi terk etmek zorunda kalan vatandaşlarımızın tekrar şehirlerine, beldelerine, ilçelerine dönmesini sağlamanın daha önemli olduğunu düşünüyorum. Açıkçası demografik yapı, göç kavramı, Türkiye'deki şehirleşme meselesi çok derin bir sorun. Yani biz kırsalı büyük oranda terk eden yığın şeklinde şehirlere hücum eden bir dönem yaşadık. Ve şu anda özellikle kentlerdeki pahalı yaşam insanları çok ciddi anlamda köşeye sıkıştırmaktır. Örneğin İstanbul gibi metropol bir şehrin gündemi büyük oranda sosyal destekler ve dayanışmacı bir belediyeciliği önde tutan bir anlayışla yürümekte, halbuki bu böyle olmamalıydı.
Bana göre Türkiye'nin hem şehirleşme kavramına hem yerleşim hem kentsel planlama hem de kentlerin stratejileri ve vizyonu noktasında ciddi olarak ele alınması gerekiyor. Bu yönüyle de Türkiye Belediyeler Birliği olarak bölgesel ve yerelde ilçe il noktasında bir vizyon belgesi oluşturma konusunda, stratejik belgesi oluşturmak konusunda ciddi destek vermeyi öngörüyoruz ve her kentte bununla ilgili toplantılar yapmaya başladık. Adıyaman'da yaptık, Tokat'ta yaptık ve diğer illerimizde yapmaya devam ederek bir yandan envanter oluşturuyoruz. Bakınız Türkiye'de hiçbir şehrin kendi gücünün farkına vararak o gücü odağına alarak bir vizyon oluşturduğunu göremiyoruz. Yani her şehir 300 bin kişilik bir şehir dahil İstanbul gibi davranabiliyor veya örnek verelim işte İzmir gibi davranabiliyor. Bir herhangi Anadolu’daki şehir. Böyle değil. Her şehrin kendi kabiliyetleri var. Hayranlık duyduğum alanlar görüyorum ve ne denli aslında geri bırakıldığını da hissederek büyük üzüntü duyuyorum. Örneğin Kars. Kendi başına büyük bir şehir, yani tarihi dokusu yaratıcılığı oradaki. Hayvancılık, doğal güzellikleri muazzam. Tek başına var. Yani bir tarafa turizm diyebilirsiniz, bir tarafa tarım diyebilirsiniz, bir tarafa hayvancılık diyebilirsiniz. Ana kulvarın aksini oluşturabilirsiniz ama kentlerin böyle bir vizyonu ne yazık ki oluşmuş durumda değil. Bu kapsamda bir altyapı çalışması talimatını verdik. Türkiye Belediyeler Birliği çok yakın zamanda bu konuda ciddi bir envanter ortaya koyacağını düşünüyorum.
İstanbul'da mülteci meselesi önemli. Biz bunu sudan ölçüyoruz. Sudan ölçtüğümüz zaman da görüyoruz ki 2 milyonun üzerinde sığınmacıyı, mülteciyi misafirler ediyoruz. Yani İstanbul'un nüfusu 15 milyon 800 küsur bin, 16 milyon küsur değil. Yani bu net. Çünkü sadece beş yıllık, altı yıllık su tüketim rakamlarına baktığınızda biz artık
3 milyon 200, 3 milyon 300 bin günlük su tüketimine ulaştık. Bu 2 milyon 600 bin metreküplerdeydi. Sadece beş altı yıllık daha geriye ki mülteci süreci başlayalı 11 yılı, 12 yılı buldu neredeyse. Döndüğümüzde bunu daha da farklı boyutu ölçebiliriz.
Bu kapsamda böyle bir rakam verebilirim kaldı ki bizim bu mülteci sığınmacı meselesinin hiçbir sayfasına dahil edilmememiz komedi. Yani biz yaşamın içindeyiz. Mültecilerle her gün yüzleşen, aldıkları hizmetin büyük bir bölümünü yöneten biziz. Mültecilerle yürütülen politikalarda belediyelerin hiçbirisi hiçbir masada yok. Olacak iş değil. Yani bu çok komik bir durum. Nereye giderseniz gidin bu temel olarak belediyelerin masasında bir meseledir. Bütçe oraya aktarılır. Biz bu konuda ne bir ek bütçe ne de bir muhataplık ne de bir istatistiki bilgiyle buluşabiliyoruz.
Deprem meselesi bütüncül bir meseledir. Deprem meselesi bir ilçe belediyesinin, büyükşehir belediyesinin, bakanlığın dediğim gibi çok katmanı var. Çok paydaşı var ve bunun tartışıldığı doğru zeminlerin oluşması lazım. Geçen daha yakın bir zamanda kapsayıcı bir AFAD toplantısında yine bu konuları konuştuk. Sayın Valimiz işte Garnizon ve Birinci Ordu Komutanımız, birlikte bütün yapıları elde ele alarak bir stratejik, özellikle deprem anını konuştuğumuz bir planlamayı sohbet ettik. Öncesi, anı, sonrası güçlü şehir yaratma konusunda bakınız tekrar söylüyorum: Deprem konseyi mi adı olur? Deprem başkanlığı mı olur? Biz bunun stratejisini sunduk. Bunun başka bir yolu yok. Hızlı karar alarak. Ama şeffaf. Bakın İstanbul'un her yanı kentsel dönüşüm diyerek inşaatlarla dolduruluyor. Ataköy sahillerine bakın, Zeytinburnu sahillerine bakın veya Anadolu yakasına geçin, TEM yolu üzerinde E5 yolu üzerinde, bakın 2016 darbe girişiminin olduğu tarihten itibaren askeri alanlarla ilgili şehrin dışına taşınacağı ve şehirde kalan askeri alanların tamamen toplum refahı için, yeşil alanlar, rekreasyon alanları şeklinde düzenleneceği ifade edildi şimdi neredeyse tamamı inşaata açıldı. Yüzde 85’e yakını da lüks konut olarak yapıldı ve burada bunun adı kentsel dönüşüm gibi algılanıyor. Bakın az önce istatistik verdim. Biz 25 yılda yıkılan, depreme dayanıksız bina sayısından daha fazla binayı 5 yılda getirdik. Çünkü oraya odaklanılmadı. Biz mahalle aralarında dahi dönüşüme girdik. Ama bu dediğim devede kulak mesela bütüncüldür, bütüncül ele alınmalıdır. Bununla ilgili bir kanunla bu iş İstanbul ve yakın bölgesi Marmara'da başlatılmalıdır. Daha sonra Türkiye'nin farklı deprem bölgelerinde uygulanabilir hale getirilmelidir.
- Sayın Başkan biraz önce bir söz kullandınız. ‘Ağır bir çürüme ve çöküş yaşıyoruz. Yüzümüz gülüyor. Suratımız asık bir haldeyiz.’ Birincisi Türkiye gerçekten lime lime dökülüyor. Çözülüyor. Birincisi, siz hem bir büyükşehir belediye başkanısınız, hem bu toplumun gelecekte kendisini önder olarak gördüğü isimlerden birisiniz. Birincisi, buradan çıkış ne? Yani bir erken seçim öngörebiliyor musunuz? Ne kadar daha Türkiye bu çürümeye dayanabilecek. Bir erken seçim bekliyor musunuz? Öncelikle bunu söyleyeceğim. İkincisi Türkiye eğer bir çıkış yolu bulamazsa bu süreçte nasıl bir yere gelir? Muhalefetin yapması gereken daha üst düzey bir görev var mı bu süreç içinde?
Türkiye elbette çıkış yolu bulur. Geçmişte de tarihimizde de en zor koşullarda tekrar toparlanmayı ve ayağa kalkmayı başarmıştır. Ama mesele şudur. Kalıcı bir biçimde bu memlekette hukukun üstünlüğünü tesis etmek, kalıcı bir biçimde demokrasinin zeminini genişletmek ve demokrasiyi gerçekten içselleştirilmesini sağlamak, her yurttaşın, her vatandaşın, her bireyin etnik kökenine bakmadan, kendisini bu memleketin asli birer vatandaşı ve aynı zamanda bu memleketin eşit ve hissedarı olduğunu hissettiği bir vatan haline getirmek. Bakın çok basit uygulamaların bir de ne delil fay hatları oluşturduğunu tarif edemem. Az önce söyledim. Mülakat meselesi. Yani liyakat meselesinin aslında erozyona uğradığı mülakat meselesinin kaldırılmasının dahi gündeme alınıp çözülmemesinin aslında ülkenin nereye vardığının bir sonucu. Memleketimiz Cumhuriyet'in 100 yüzyılını geçirdi ve cumhuriyet kurulduğu dönemde bence dünya ölçeğinde çok önemli bir reform dönemini ortaya koymuş nadir kuruluş dönemlerinden birisidir. Dünyada o dönemde diktatörlüğün kol gezdiği bir ortamda ve otoriter rejimlerin filizlendiği ve ortaya çıktığı bir dönemde demokrasiyi tanımlama gayretinde olan bireysel ve yakın çevresini ödüllendirmek yerine milletin ayağa kaldırmayı ortaya koyan bir liderliği yaşamıştır. Hem de o liderliği yaşadığı dönemde tam 12 yıl savaşmış, 600 yıllık bir imparatorluğun çöküş döneminde her tarafı işgal edilmiş bir ortamda bile ayağa kalkmış, dirilmiş bir toplumun elbette böylesi bir ortamda da rahatlıkla ayağa kalkabileceğini görüyorum. İnanılmaz bir genç nüfus var. Ümitsizliğini de görüyorum ama beklentileri de her gün dinleyen birisiyim. Bu alanda ortak akılla süreci iyi yöneten ve kurumsallığını net olarak ortaya koyan bugünkü üretilen kötü sistemin tabiri caizse ekonomiyi batıran hukuku sorunlu hale getiren birçok düzeni yıkan bir ortamı var eden bu sistemin ortadan kalktığı demokratik ve hani net ifade edelim, elbette ki demokratik bir parlamenter sistemin var olduğu, milletin temsil edildiği Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin etkili olduğu ama güç denge rejiminin de sisteminin de kurulduğu birbirini denetleyen mekanizmalarını da ortaya konduğu bir dönemin var olması her şeyi tek tek düzeltecektir. Bu eğitimden başlar, adalete yansır, hukuka yansır. Aynı zamanda tarıma, turizme, ticarete, ekonomiye… Allah aşkına ekonomide bizi ne batırdı? Bu duruma niye geldik? Liyakatsizlikten geldik. Bir meseleyi eş dost akrabayla yönetmeye kalkarsanız olmaz. Ama milletin iyi yetişmiş evlatlarına teslim ederseniz bu milletin sırtı gelmez. Tam aksine kaçan trenler değil, trenlerin ön kompartmanına geçen bir millet haline dönüşüyoruz. Bizim baktığımız pencere budur. Bu aşamadan itibaren buradan söylüyorum. Bu aşamadan itibaren tabii ki erken seçimin koşulları vesaire bekliyoruz, beklemiyoruz. Bu tarafına girmek istemiyorum ama şu tarafı söylemek istiyorum. Bugün itibariyle bu seçimi kazanacak bir iktidar önümüzde yoktur. Bu seçimi kaybederse bir tek muhalefet olarak biz kaybederiz. Kendi hatalarımızda, eksiklerimizde uyuşmazlığımızla ya da hazırlıksız olmamızla kaybederiz. Bu manada da buna fırsat vermeyecek bir muhalefet yapısını kurmak toplumsal muhalefeti güçlü bir biçimde bir araya getirmek, çocuklarını dahi gençlerini dahi Türkiye'nin geleceğine nasıl hazırlayacağını net kalem kalem her konuda izah edecek hale getirecek ve bir muhalefet duruşu ve ortak aklın hakim olduğu bir ortam net olarak bize bugünden seçimi kazandırmıştır. Yeter ki bunu yapalım. Bana göre bugünün iktidarı Türkiye'nin hem ulusal hem uluslararası alanda yarattığı yükü taşıyacak kapasiteye sahip değildir. Durum idare ediyor durumundadır. Yenilikçi diye tarihleyeceği hiçbir adım inandırıcı olacağını da düşünmüyorum. Bu süreçten sonra tek sorumlu biziz.
- İki tane sorum olacak. Fethullah Gülen öldü bu sabah, yani en azından açıklandı. Sonuç olarak sizin düşünceleriniz bu konuda nedir? Örgüt dağılacak mıdır? Amerika Birleşik Devletleri sizce örgütü kullanmaya devam mı edecektir? Ankara'ya politika konusunda herhangi bir sözünüz ya da tavsiyeniz var mı? İkinci sorum da İbrahim Kaboğlu'nun seçilmesinin ardından ilk dört madde tartışması Kaboğlu'yla Mansur Yavaş arasında görüldü. Sizin de tebriğinizden yola çıkarak anayasanın ilk dört maddesine dokunulmalı mı? Dokunulmamalı mı?
Daha önemli bir konudan başlayalım. Anayasanın ilk dört maddesi olumlu anlamda tarifleyerek bir yorumda bulunmuş Sayın Kaboğlu. İlk dört maddesi gayet olumlu bir biçimde gayet güçlü bir biçimde tariflenmiştir ve bu dört maddenin Türkiye'mizde mevzu edilecek bir pozisyonu ve durumu yoktur. Bu çok net. Bu bağlamda yapılan bu açıklamayı çok talihsiz bir başlangıç açıklaması olarak görüyorum Sayın Kabaoğlu adına. Tabii ki avukatları temsil ediyor. Baronun bir tercihi var. Ona bir şey diyemem. Ama talihsiz bir açıklamadır. Bugünden ürettiği polemiğin hem kendi iş düzenine ve anlayışına hem kapsadığı baronun anlayışına ters olduğunu düşünüyorum. Artık bulunduğu makam tek başına hele hele yargıyla, idareyle, hukukla ilgili konularda kişisel fikrini açıklayabilir, özgürlüğü vardır ama baro başkanı olarak artık kişisel fikrini açıklamaktan ziyade baronun bakışını temsil eden açıklamaları yapmasını buradan öneriyorum. Kötü bir başlangıç yapmıştır. Üzüldüm şahsı adına.
Türkiye’nin bir dönemine kara bir leke olarak işlenen bir örgütsel yapının başındaki insan vefatından sonra Allah'a havale ediyorum. Allah bildiği gibi yapsın derim. Başka bir önemi yok benim için ama bu ülkeye çok büyük bir travma yaşatılmıştır. Ama şu kaygımı dile getirmek isterim. Başka örgütlerin başka oluşumların üreme ve türeme kapasitesi vardır bu ülkede. Bu hala devam etmektedir. Hala ülkenin kurumlarına sızan güzel dinimizi ve inancımızı alet ederek mekanizmalar oluşturan yapılar vardır. Bunların karşısında hala susanlar vardır. Ve bu susanlar buna imtiyaz gösteren anlayış Türkiye'nin niçin hala o uçurumun kenarında gezdirilmesine fırsat veriyorlar? Yani bu memleket hukukun üstünlüğü, kurallar ve kurumlar ülkesi olmayı başaramayacak mı? Yani illa bu kadar rezil bir dönem, otuz kırk yıllık bir süreçten sonra hatta bir iddiaya göre elli yıllık bir süreçten sonra ülkeye utanç verici bir 15 Temmuz gününü yaşatan bu dönemin sonrasında hala bu tür kurum ve kuruluşlara yaslanmayı, onlara iyi gözükmeyi, onlara hizmet etmeyi neredeyse manevi bir hizmet gibi göstermeyi bırakmayacaklar mı Allah aşkına? İnsanını yaşat, devlet yaşasın ya. Bu bizim ruhumuzda var, hücremizde var. İnsanını yaşat, bireyi. İnsanını koru, çocuğunu koru. Bebeğini koru. Bakın nereye düştü mesele? Bebeğini koruya kadar düştü. Bırak cemaati şunu bunu bırak. O bakımdan ben açıkçası yeni tehditleri daha çok önemserim konuşmayı.
- Bir dava var istinaf mahkemesinde, sonuçlanmayı bekliyor. Bunun hem Türk siyasetine hem sizin geleceğinize hem Türk siyasetine etkileri olacak. Bunu bir değerlendirir misiniz? Yani gecikme mi var sizce? Neden geciktiriliyor? Eğer öyleyse daha önce ifade ettiniz bunun siyasi bir dava olduğunu ama geldiğimiz noktada bakışınız nedir? Bunu bir de defalarca hükümete iş birliği için başvurup dönüş alamadığınızı söylediğiniz için özellikle o bağlantıda da soruyorum.
Tabii bu sürecin adil ve objektif bir şekilde işleyeceğine inanmak istediğimi dile getirerek bu sorunuza başlamak isterim. Ne yazık ki ilk mahkemede böyle olmadı. Yani ben istinaf mahkemesinde bu inancımı, adalete olan inancımı, hukuka olan inancımı korumak istiyorum. Teamüllere uygun olmayan şekilde hakim değiştirildi ve hakim Samsun'a sürüldü. Daha acısı son İBB meclisinde AK Parti Grup Sözcüsü ‘Hakimi Samsun'a neden sürdüğümüzü birazdan anlatacağım’ dedi. Yani bakın bu trajik bir durum. Yani aslında eylemin dile vurmuş hali. Bu dil falan sürçmesi değil. ‘Hakimin Samsun'a neden sürdüğümüzü birazdan anlatacağım’ dedi. O bakımdan hukukumuz evrensel standartlarda olsa gerçekten bir siyasinin aklına bu cümlenin gelmesi mümkün değil. Bu cümle onun aklına geliyor ve bunu ifade ediyorsa bu acı, trajik bir durumdur. Neymiş? Hakim kararını işte birkaç kişiye söylemiş. Bu da doğru değil. Kaldı ki hakim çırpınıyor yani. Bir yere ben hukuki anlamda hukuki zeminde bir yere yaşadıklarımı anlatsam. Ben öyle hissediyorum. Çırpınıyor. Çünkü haksızlığa uğramış. Ve biz HSK'ya başvuru yapıyoruz. Diyoruz ki ifadesini alın. HSK Defalarca bunu reddediyor. Yani bunu kim tarifleyebilir Allah aşkına? Bu kadar gündemde, bu kadar kamuoyunu meşgul ediyor. Ya bırakın bizim başvurmamızı, HSK'nın çoktan çağırıp kendisinin ifadesine başvurması gerekir. ‘Ne yaşadın? Sayın hakim’ demesi lazım. Bunu demiyor. O zaman ben nasıl şüphe duymayacağım? Onun için eğer hakim kalkıp bu davada iki yıldan fazla ceza verilemez demişse der ama buna başsavcının verdiği tepki ne? HSK'nın duyarsızlığı ne? Kaldı ki işin özü şudur. Ben kimseye ahmak demedim, bana ahmak diyene sözünü iade ettim. Bu çok net. Bunu sokaktaki çocuğa sorun, size bunu şu anda anlatacak durumda. Ama bu konu tartışılıyor ve gerçekten ülkemizi meşgul ediyor. Ben de açıkçası bundan çok büyük üzüntü duyuyorum. Ben ciddi bir yargısal tacize uğradığımı düşünüyorum. 2019 yılından beri bu konunun gündemde tutulması yaşandığı ortamdan yaklaşık bir yıl, bir buçuk yıl sonra bir soruşturmaya daha doğrusu bir yargıya sevk edilmesi komik bir durum. Bunu bazen yurt dışında soranlar oluyor, vallahi nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Utanıyorum ve anlatamıyorum. Ya ben nasıl anlatayım böyle bir davayı? Kötü tarafı ne? Ya bu kadar komik bir durum var ortada. Hükümetin temsil eden hukuk kanadından tutun hükümeti temsil eden hiç kimsenin bu konuda olumlu anlamda yani ‘Biz de yargıdan bu utanç verici duruma bir son vermesini bekliyoruz ya da yargının bu konuda bu utanç verici gündemi memleketin gündeminden çıkartmasını bekliyoruz’ diyemiyor. Bir kişi bile diyemiyor. Üzüntü verici yani. Ama dediğim gibi ben yargıçlara güvenmek istiyorum ve istinafta bu işin artık sonlanarak gündemden çıkmasını istiyorum.
- Sayın başkan siz ekonomik sıkıntılara çok vurgu yaptınız ama hep bu ekonomik sıkıntılar başlığı altında… Bunu biraz açar mısınız ve bu sıkıntılardan belediyelerin payına düşenler hangileri, bu konuda alınacak acil önlemlerle ilgili önerileriniz ya da bu konuda talepleriniz var mıdır iktidardan? Sizce ekonomideki en önemli sıkıntı nelerdir?
Ben Sayın Maliye Bakanımızı ziyaret ettim. Bu arada şunu söyleyeyim, hem Şehircilik Bakanına hem Maliye Bakanına teşekkür ediyorum. Sadece ikisinden randevu talep etmedim, başka talepte bulunduğum bakanlıklar var ama ikisinin nezaket gösterip, dönüp randevu vermesi çok önemli, değerli. Olması gereken aslında ama ne yazık ki değerli… Ama bu oluşmuyor ne yazık ki ülkemizde. Neden oluşmadığını da herkes biliyor açıkçası. Burada Sayın Maliye Bakanımızla şöyle bir çalışma yapma konusunda bir mutabıklığımız var. TBB Genel Sekreterimiz de bakan yardımcısını görevlendirdi ve özellikle belediyelerin sıkıntılarına bir röntgen çeken, neler yaşanıyor, hangi gelirlerini arttırılması lazım, yani SGK borcunuz var deyip yerel seçimden üç ay sonra haciz işlemi başlatmanızı hiç kimseye, “Biz rutini yapıyoruz” diye anlatamazsınız, böyle bir şey yok. Yani sonuçta 200 küsur belediyeden 400 küsur belediye çıkmış bir Cumhuriyet Halk Partisi kanadı var. O borçları CHP belediyeleri yapmadı. CHP. Belediyelerinin de yaptığı borçlar vardır, sorun yok ama meseleyi çözmek istiyorsanız bu meselenin çözüm biçimi de vardır. İstişare edersiniz, röntgenini çekersiniz, çağırırsınız TBB'yi. TBB çok önemli bir kurum. Dünya ekseninde büyük bir kurum, çağırırsınız ve orada oturur konuşursunuz dersiniz ki bunu nasıl yapalım? Nasıl tahsil edelim? Şunu mu paylaşalım? Yani, bakın ben ilçe belediye başkanlığı yaptım. Bu arada bizim İBB olarak öyle bir borcumuz yok zaten, aman aman bir borç yok ama burada kimin ezildiğini ben biliyorum. Özellikle ilçelerin, illerin, beldelerin ve ilçe belediye başkanlığı yaptım. Bakın, kamuya devredip borcumuza sayışacağı Beylikdüzü ilçesinin onlarca gayrimenkulü var, her birisi kamunun işine yarayan. Örneğin eğitim tesisi alanı, örneğin yine kamunun işine yarayacak sağlık tesisi alan. Ve buna benzer bir metrekare sayıştıramadık. Ama biz net, somut, caminin takasa verildiğini biliyoruz, caminin... Uydurma birtakım sistemle, düzenli. Aslında verilmemesi gereken eğitim tesis alanlarının da her birisi belediye borcuna mahsup edilemez. Onun planlamadan gelen köküne bakarak bunun yönetilmesi gerekiyor. Bu farklı konular. O bakımdan bunlara gerek yok. Sağ olsun Bakan Bey bizim önerimize böyle bir bakış gösterdi. Şimdi TBB Genel Sekreterimiz ile Bakanımız hem yerel yönetimlerin ekonomik sıkıntıları, gelirlerin arttırılması, kaldı ki şu anda belediyeden ne isteniyor derseniz her şey isteniyor. Yani bizden çocuk da istiyor, kadın da istiyor, aile de istiyor, okullarını temizliği de isteniyor, kreş de isteniyor, yurt da isteniyor. Yani biz şu anda bin tane kreş yapsak yetmez İstanbul'a. Beş bin tane de yapsak yetmez. E peki okul öncesi ne yapalım? Kreş yapamıyoruz, kreşe gitmesin. Bir çocuğun kreşte aldığı eğitimin bu ülkeye ekonomik katkısı tarif edilemez. Ekonomistlerin, Nobel ödüllü bir ekonomistin güzel bir tarifi var, ismi gelmedi aklıma. Çocuklukta yapılan eğitim şeklinde yapılan katkının o çocuğun katma değerinin on sekiz yaşı itibariyle en az sekiz kat katma değerinin yüksek olacağı yönünde bir hesaplamayla, okul öncesi eğitimin ne kadar önemli olduğuna ışık tutmuş bir tezi var, teorisi var ki ben buna inanıyorum. Bu kapsamda her şeyin istendiği ortamda belediyelerin güçlenmesi lazım. Borçların tahsil edilme Sistemini doğru dürüst bir yönteme evirmemiz lazım ve gelirlerini arttıran bir mekanizmanın kurulması lazım. Bu aynı zamanda yerelleşme ve demokratikleşme anlamında da önemli bir konu. Genel ekonomi konulara girmeyeceğim, gerçekten her gün zaten konuştuğumuz şeyler.
- Sayın Başkan, ülkenin gidişatına ilişkin endişelerinizi dile getirdiniz. Benim de kısmen katıldığım bazı noktalar var bu eleştirilerinizde. Fakat tabii şöyle de bir durum var. Mesela dün İstanbul Barosu seçimleri gerçekleştiriliyor ve seçimler sonrasında PKK marşıyla kutlama yapan avukatlar görüyoruz, ya da seçimi kazanan kişinin anayasanın ilk dört maddesini ilk akşamdan tartışmaya açtığına şahitlik ediyoruz. Bunları da hükümetin bir beceriksizliği ve basiretsizliği olarak mı okumamız gerekiyor? Yoksa başka bir yerlerde başka sorunlarımız var da acaba sağduyuyla bunları tartışamıyor muyuz? Mesela bu yeni doğan çetesiyle ilgili, orada geçmişte terör örgütünden ceza almış, bugün çeşitli siyasi partilerde görev yapan isimlerin de doktor olarak ya da siyasetçi olarak bu işlerin içerisinde olduğunu görüyoruz. Bunları da hükümetin beceriksizliği olarak mı görmemiz lazım? Yoksa bazı konularda öz eleştiri yapmamız gerekiyor mu? Birinci sorum bu. İkinci sorum, seçimi “Ancak muhalefet olarak biz kaybederiz” dediniz. Siz Cumhurbaşkanı adayı mısınız?
Ben aslında en büyük öz eleştiriyi az önceki soruda cevapladım. Yani dedim ki, biz ancak bundan sonraki seçimi kendimiz kaybederiz. Yani nasıl? O dediğiniz öz eleştiriyi yapmazsak. Yani nasıl, Sayın Kaboğlu ile ilgili verdiğim bu cevabı vermezsek ve buna benzer diğer öz eleştirileri yapmaz, kendimizi düzeltmez, tedbirlerimizi almaz, topluma iyi bir hazırlık yapmaz, söylediklerimizle örtüşen uygulamaları yerine getirmezsek zaten kaybederiz seçimi ve sınıfta kalmış oluruz. Şu anda sınıfta kalmış bir iktidar vardır. Biz sınıfta kalmış değil ileriye koşan ve sınıf atlatan, ülkesine de sınıf atlatan, kendine de sınıf atlatan bir muhalefet olmak istiyoruz. Sonuçta biz sınıf atlayabilseydik, 2023 seçimini de kazanırdık. Ama kazanamadık. Şimdi sınıf atlamak istiyoruz. Bu manada ben sorunuzu değerli bulduğum gibi aynı zamanda bir soru biçiminden cümlelere dökersek, bir manifesto gibi üstüme alıyorum. Özeleştiri yapan, sorun nerede varsa onu gören, ona tedbir alan. Yani bebek ölümlerinde sorumlu bir partili varsa hesabını verecek, uzak duracak bizden. Hani burada şunu söyleyeyim, bir Meclis üyemiz üzerinden bir gönderme yapıyorsanız, yanlış anlamayın, sonuçta suçu kesinleşmiş pozisyonda değil, direkt ölümlerle ilişkilidir pozisyonu da yok ama ona rağmen istifa etmesi gerektiğini kendisi de öyle düşündü, biz de öyle düşündük ve istifa etti. Umarım bu istifa mekanizmaları, o sürecin içerisinde hangi konumda kim varsa yerine getirir ve aklanır, geri döner. Aklanmaz, parti ona göre tedbirini alır. Bu şekilde bir sürecin olgunlaşması gerekir diye düşünüyorum. Son sorunuz… Ne hikmetse o soruyu duymuyorum. Günü geldiğinde, tabii bakınız, yani bu adaylık kavramı, yani “aday mısınız?” boyutu kirlendi. Bu, her gün yazılan çizilen bir pozisyon evrildi ve bu gerçekten bizi yoran bir iş. Biz zaten yola çıkmış durumdayız. Bakın, ben bu kadar cümleyi, bu kadar net kuruyorum ki bu sisteme karşıyız. Yeni bir demokratik düzeni kurma konusunda kararlıyız. Yeni, güçlü, demokratik bir halkçılık, dayanışmacı bir ülke, kapsayıcı, kutuplaştırmayan bir toplum var etme duygusu, sıçrayarak kalkınan bir ülke, her şehre, her beldeye vizyon koyabilen bir ülke var etmek istiyoruz. Bakın bu yolun yol arkadaşı olmak, yolcusu olmak, öncüsü olmak, her konumda mücadele eden birisiyim ben. Yeni değil bu. Hem de 2023 seçimlerini kaybettiğimiz günün bir gün sonrasında bir hedef ortaya koyan birisiyim. Bu bağlamda bunun bir adaylıkla tarif edilecek bir pozisyonu yok. Günü geldiğinde adaylara da milletimiz karar verecek. Yani, bir kısım elitlerin ya da birkaç kişinin yön vereceği ya da şekil vereceği bir biçim değildir. Kaldı ki benim sonuçta bir partim var. Partimin alacağı karar var. Onun karar mekanizmaları var, bunlar işleyecek. Cumhurbaşkanına da millet karar verecek. Bu alanda biz bu yolun doğru bir doğrultuda çizilmesi gayreti içerisinde olan bir anlayışa sahibim. Ve bunu da sonuna kadar temsil edeceğim.
- Sayın Başkan, Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda CHP Lideri Sayın Özgür Özel, Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunu anlatırken şöyle bir tanım yaptı; “Sol açıkta Ekrem İmamoğlu sağ açıkta Mansur Yavaş var”. Sizin de çok eski bir Anavatan Partisi'nden gelen bir sağ yanınız var ama Mansur Bey sağ kesimi, siz sol kesimi mi temsil ediyorsunuz. Ve biriniz Cumhurbaşkanı, biriniz cumhurbaşkanı yardımcısı olsanız böyle bir formüle nasıl bakarsınız?
İnanın, şu anda tam da bu kesitiyle, tam da bu boyutuyla gündemimizde olmayan bir kavram. Yani az önce Zafer Bey'e verdiğim cevabın aslında bir parçası gibi alınız lütfen cevabımın o bölümünü. Ama şunu ilave etmek isterim sorunuza. Ben Mansur Bey'in başarısıyla gurur duyarım, onun beğenilmesiyle onur duyarım. Ve bizim belediye başkanlarımızla olan diyaloğumuz, irtibatımız, dayanışmamız 2019’un ilk aylarından itibaren başlamıştır. İlk toplantıda İstanbul'a davet ederek koordinasyonunu yaptım ve ondan sonraki bütün buluşmaları koordine ederek 5 yıl boyunca 11 büyükşehir belediye başkanı muazzam bir dayanışma ağı oluşturduk. Bu bağlamda sanki bu bir yarışmış veya bir şeymiş gibi algılanmasına çok üzülüyorum, böyle bir durumumuz yok. Bir başka konu, ben bu mevki işine hiç sıcak değilim, daha doğrusu pozisyon meselesine. Biz takım arkadaşıyız, yol arkadaşıyız. Bu işin sağ açığı, sol açığı olmaz. Yol arkadaşlığı müessesesi benim için önemlidir. Bunu ben genel başkanımla da paylaştım bu arada, yani paylaşmadığım bir duygu değil. Ve yol arkadaşlığı, takım arkadaşlığı meselesinin hedefi tektir. Ve biz o hedefe koşan insanlarız. O takımın içindeki insanlarız. Günü geldiğinde dediğim gibi hem partimizin kurulları hem de milletimiz en doğru kararı verecektir.
- Son dönemde yaşanan toplumsal travmalara CHP'nin geç cevap verdiği ya da yeterli tepkiyi koymadığı yönünde eleştiriler var. Siz bu eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Halk birazcık daha sert bir tepki bekliyor anladığım kadarıyla… Göçten bahsettik. Maliyetlerden bahsettik. Siz konuşmanızda bir kilometre metronun 50 ila 60 milyon euro olduğunu söylediniz. Şimdi konu göç olunca işte artan nüfus, artan trafik ve de metro olunca Ankaralı birazcık mustarip. Şimdi tabii ki evet bunun büyük nedeni ekonomik kriz zaman acaba Ankara Büyükşehir ile İstanbul Büyükşehir'in bilhassa spesifik olarak metro yapım konusunda herhangi bir görüşmesi konuşması ya da bir en azından bir planlaması oldu mu?
Önce şunu söyleyeyim. Tabii yeterince cevap vermedik kısmına katılmıyorum. Yani sonuçta muhalefetin yapacağı şeyler bu tür kriz anlarında bellidir. Yani tepkisini koyar. Takip eder. Kaldı ki Cumhuriyet Halk Partisi bir komisyon kurmuştur hızlıca. Hatta bu komisyon İstanbul'a geldi. Beni cumartesi aradılar. Dün hatta bu konudaki o sağlık tesislerinin olduğu yerlere gittiler. Mahallelilerin ve orada bulunan bu işle mağdur olmuş ailelerin bireyleriyle görüştüler. Görüşmeye devam ediyorlar ve muhtemel de zaten basına da açıklamalar yaptılar. Muhtemeldir ki bu görüşmelerin sonucunda genel merkezde de tahmin ediyorum ki bugün Genel Başkanımız da Ankara'da olacak akşam diye biliyorum. Bunun görüşmeleri yürütülecek. Sonuçta bu konu muhalefetin ortaya koyacağı tavır, tepki, öneri, uyarı ve bugüne kadar ihmallerin olan ihmallerin ortaya çıkarılmasına dönük araştırmaların ötesinde bir durum değil ama sorumluluk kimde derseniz sorumluluk iktidarda. Yani sonuçta sağlık kuruluşlarından sorumlu kurumlar belli. İl sağlık müdürlüğü, sağlık bakanlığı veya başka bakanlıkların ilgili olduğu alanlar. Tabii ki işin içine artık soruşturmalar, savcılıklar yani dolayısıyla Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı gibi bakanlıklar girecek. Biz artık onları takip ediyoruz. Yani muhtemeldir ki bu sorunun en üst seviyede cevabı orada bulunmalıdır. Göçün büyük yükü var. Ankara'yla ilgili diyaloğa geçmeden şunu söyleyeyim. Yani İstanbul şu anda 20 milyona yakın insana hizmet ediyor. Çok net. Yani 16 milyon diyoruz ama 1 milyonun üzerinde üniversite öğrencisi olan bir kentiz. Bunun neredeyse yüzde 40-50’si şehir dışından geliyor. Yanı sıra oturma izni olan ve çalışma izni olan yabancılar var vesaire. Bunları üst üste koyduğunuzda 20 milyona yakın ve hatta bu konuda Türkiye Belediyeler Birliği'ne bir gündem oluşturdum. Kaldı ki birçok konuda çalışan komisyonlarımız var. Dedim ki şu nüfus mesele bir daha ele almalıyız. Mesela ben Çin'in Çin Çin diye okunan bir kenti. Belediye başkanı ziyaret ettiğinde işte 17.8 milyonluk bir şehir deyince tabii ben de dedim hani büyük bir şehir. Nasıl hesaplanıyor? 6 aydan fazla oturumu olan, öğrenci vesaire neyse tamamının rakamı ve işte bu 6 ay öncesinin rakamı 6 ayda bir bunu adrese dayalı sistemden yeniliyoruz şeklinde ifade etti. E bizde öyle değil. Yani vatandaş olacak, ikamet olacak o. Şimdi öyle olmayınca bu gerçekten kentleri zor durumda da bırakabiliyor. Bu bağlamda biz 20 milyona yakın insanı barındırıyoruz. Ankara'yla ilgili diyaloğumuzda tabii ki metro çalışmaları olduğunu biliyorum. Hatta bir projenin projesini sadece proje ihalesini bizim Metro İstanbul, Metro A.Ş aldı ve o projeyi bitirip teslim etti diye biliyorum. Bu sene başında ya da geçtiğimiz senenin sonunda ama hangi hat şu anda bilgi sahibi değilim. Ama kurumlarımızın kendi içinde diyalogları var. Sonuçta bizim 32 iştirakimiz var. Yine ciddi sayıda daire başkanlığımız var. Kim kimle görüşüyor, hangi evredeler onu bilmemekle beraber diyaloglar olduğunu biliyorum. Metroyla ilgili diyalogların olduğunu biliyorum ama metroyla ilgili attığı adımlarla alakalı Mansur Bey adına bir bilgiye sahip değilim. Muhtemelen bu konuyu Mansur Bey size cevaplayabilir diye düşünüyorum.
- Son haftalarda çözüm süreci, yeni bir açılım süreci, sıkça konuşulmaya başlandı. Sizce bunun önünde, arkasında, altında, üstünde ne var? Nasıl bakıyorsunuz olaya ve nereye evrilir? Onu sormak istiyorum. İkincisi de hepsi günü geldiğinde diyorsunuz ama adaylık sürecinizle ilgili. Aday olursanız, kazanırsanız. parlamenter sisteme geçiş konusunda kafanızdaki takvim ne olur? Teşekkür ederim.
Evet şimdi tabii çözüm süreci denilmesi istenmiyor şeklinde, böyle iktidara yakın kesimlerin bazı söylemlerini işte yeni bir isim vesaire… Bakın Kürt meselesi memleketin önemli bir meselesidir. Ve. Cumhuriyetin ikinci yüzyılına bu meseleyi taşımış olmak gerçekten bizim için sıkıntılı. Çoktan bunu çözmeliydik. Ve ne yazık ki olmadı. Ne yazık ki çözülemedi. Yani bir meclisteki el sıkışma üzerinden yorum yapılacak bir meselede değil bu. Tabii ki bir el sıkışma değerlidir. Bir el sıkışmayı alkışlamak yerine bugüne kadar niçin el sıkışılma diye eleştirmek daha doğru olur diye düşünüyorum. Yani biz konuşamayacağız. Biz öz eleştiri yapamayacağız ya da başkasının fikrine saygı duymayacağız, derdi nedir diye anlamak istemeyeceğiz. Aralara mesafeler, duvarlar koyacağız. Bir seçimde herkesi vatan haini ilan edeceğiz. Yani oy vermeyenlerin tamamı vatan haini. İşte her gün vatan haini propagandası yapan siyasilerin, yani topluma çıkamaması lazım. Ya bu kadar kötü söylemler ama ben meseleye şöyle bakıyorum. Türkler ve Kürtler ve diğer etnik kökenler bu milletin ayrılmaz birer parçasıdır. Bizim birliğimiz ve beraberliğimiz bütünlüğümüz sadece Türkiye'nin güvenliği değil bakın. Yakın coğrafyamızın güvenliği için de çok kıymetlidir. Ülkenin içinde bulundurduğu farklı etnik kökenlerin birliği ve beraberliği için bir düşman aramaya da gerek yoktur. Düşman arayarak, bir düşman bularak, birlik beraberliğe çağrı da olmaz. Birlik beraberliği engelleyen, birlik beraberliği öteleyen, birlik beraberliği zorlaştıran ne var ise bunun masaya yatırılması, birlikte konuşulması, işte meclis orada, milletin meclisi. Orası yetmez. Toplumsal zeminde, toplumsal düzeyde konuşulması, tartışılması, çözülmesi, hakkının hukukunun korunması ve bütün azınlık diye tariflenen vatandaşlarımıza özellikle gayrimüslim vatandaşlarımıza otobüsün üstünden seçildiğim akşam dahil, dönün mitinglerde konuşmalarıma bakın. Hiçbir vatandaşımızın kendine azınlık diye bir tarif etmesini ben kendime yakıştırmıyorum kardeşim. Benim azınlık diye bir vatandaşım olamaz. Bırakın Türkler, Kürtler, Çerkezler bunları saymayı. Beş bin on bin nüfuslu bir vatandaşım asil ya, ne demek azınlık? Asil vatandaş. Böyle bir tarifi ben reddediyorum dedim. Azınlık hakları. Böyle bir şey olmaz. Öyle bir hukukun üstünlüğü inşa edin, öyle bir hukuk devleti olmalıyız ki. O vatandaş gönülden, huzurla, güvenle bu memleketin bir parçası olacak. Bu kadar net. Eşit birey eşit vatandaş. Benim tek dileğim ve isteğim, bir an önce bu konuyla ilgili çözüm süreçlerinin, problemleri, tartışma süreçleri, en uygar, en medeni biçimde olgunlaşması, yürütülmesi. Buna ihtiyaç var. Ama bu bir seçim stratejisiyse, yani bu masaya bir pazarlık unsuru getireceklerse vallahi hiç getirmesinler. Zarar verirler. Yarın iyi oluşacak bir dönemin başlamasına yani zarar verirler. Bir pazarlık meselesi değil bu. Samimi konuşulma meselesi. Samimiyeti inşa etmenin de yöntemleri var. Bir sürü. Şu anda boşuna hapis yatanlar, işte efendime söyleyeyim hukuksuzluğa uğrayanlar. Belediyelere kayyum atamalar gibi birçok düzenleme, tak tak tak yapılır, görürüz bazı iyi niyetleri. Hızlıca bir hafta içinde, iki hafta içinde umarım yapılır. Güzel şeyleri alkışlamak o kadar keyiflidir ki. Yani avuçlarım patlarcasına alkışlarım yani. Hiç bakın ekonomi düzelsin. Avuçların patlarcasına alkışlarım. Niye? Biz kötü ekonomiden faydalanabilir miyiz ya? Böyle bir şey olur mu? İyi bir ekonomi süreci olursa, daha iyisini hedefleyen bir iktidar alternatifi oluruz. Meseleye böyle bakıyorum. O bağlamda umarım iyi bir süreç tariflenir ama dediğim gibi bu toplumun birlik ve beraberliği için düşman aranmaz. Düşman tariflenmez. İşte şu tehdit var falan. Bu denmez. Yani bu çok net. İkincisi de bugünün el sıkılması güzeldir ama bugüne kadar niçin eller sıkılmamıştır ya da el sıkıştı diye, yan yana fotoğraf verdiği için vatan haini ilan edildi diye insanlara bu yakıştırmalar yapıldı diye sorgulamak lazım.
İkincisi parlamenter sistemi az önce söyledim. Yani tabii ki sonuçta bu sistemle beraber seçime gidildiğinde bu sistemle seçilecek kişi Cumhurbaşkanı. Ondan sonra bu adımların atılması tabii ki bir süreçtir. En hızlı olması elbette ki benim dileğimdir. En hızlı şekilde bu mevcut sistemden, kontrolsüz, bakın yeni anayasa diyorlar. Allah aşkına bu sistemin yeni anayasaya mı ihtiyacı var, bazı şeyleri düzeltmek için? Karar alınıp, uygulanıyor. Bugün karar al, yarın uygula. Bu sistem öyle bir sistem yani. Ne anayasası? Ama bu ülkenin gerçekten iyi bir anayasa düzeni için, gerçekten bugünü temsil eden doğru bir parlamentoya kavuşması lazım. Umarım o parlamento, doğru bir süreçte, iyi bir çoğunlukla ülkemizin demokratik ve hukukun üstünlüğü kavramlarıyla geleceğini hazırlayacaktır.
- Sayın Başkan konuşmanızda sadece Türkiye'yle ilgili değil, Türkiye'nin dış politikasına da değinen bir anlamda Orta Doğu'daki gelişmelerde kenara itilen bir tutum takımlığından bahsettiniz. Oradan yola çıkarak başka bir konuya dikkat çekmek istiyorum. Hem dış borç bulma konusunda hem de bölgesindeki diğer etkinlik noktasında Türkiye çok ciddi şekilde etkisiz kalmış durumda. Bunlardan birisi de Suriye. İdlib ve Lübnan'da, İdlib bölgesinde ve Lübnan'dan bir göç söz konusu. Sayın Cumhurbaşkanı aynı şekilde yeniden bu göçe izin vereceğine ilişkin bir açıklama yaptı. Türkiye'nin etkisiz kalan dış politikasını ve iktidarın burada da kaybettiğini düşünüyor musunuz? Teşekkür ederim.
Suriye meselesiyle ilgili defalarca brifing aldım. İlk başladığı günden bu yana, hatta Suriye meselesinin brifinginin ilkini Beylikdüzü'nde aldığımı dün gibi hatırlıyorum. Ve aklıselim düşüncenin, adımların dışında öyle zikzaklar içeren bir süreç yaşandı ki. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin dış politika konusunda belki de en kötü sürecini yaşattığı işlerden biri Suriye sürecidir. Yani tarifsiz, bütün ilkelerine, bütün duruşuna aykırı. Yani düşünsenize, işte komşuna Şam'da cuma namazı kılmayı hedef koyarak, gözdağı verme dili. Yani sadece Mustafa Kemal Atatürk'ün, özellikle komşularımıza ve özellikle güneydeki komşularımıza ve özellikle Arap coğrafyasına dair, ülkesine ve milletine, geleceğe dair tavsiyelerini okuyun. Bugün Suriye'deki bütün bu süreçlerin üstesinden gelerek, gerçekten Suriye'de yaşayan insanların da huzurunu tesis etmesinde size sağlıklı bir yol haritasını tasarlamış olurdu. Bu zikzaklar, bir sağa savrulduk, bir sola savrulduk ve bugün neredeyse on iki milyon civarında Suriyelinin de yurtlarından uzaklaştırılmasında, ne yazık ki sebep olan ülkelerden birisi durumuna geldik. Ve bunun da en büyük ızdırabını biz çekiyoruz. Ve bugün hala Batı bize diyor ki “sen sığınmacılarla aramızda bariyer ol. Hatta yetmez. Beğenmediğimiz bir kısım sığınmacıyı size geri yollayalım ve bunu alın.” Ve son Almanya ziyaretinde de bu pazarlığın net olarak ortaya konduğu ve buna da olumlu cevap verildiği söyleniyor. Şimdi ben ki daha yeni Strazburg'ta ve yaptığımız diğer toplantılarda, yine en son Meksika'da buna dair söylediğim net şudur. Hiçbir ülke bu işin tek başına yükünü çeker hale getirilmemelidir. Türkiye bu konuda kurban edilmeye çalışılıyor. Biz Avrupa'nın bariyer ülkesi olamayız. Ve olmamalıyız. Bu meselenin yerinde çözümüne dair süreçlerin en etkin bir şekilde ve de özellikle Avrupa'nın etkili bir biçimde devrede olması şarttır. Böylesi bir anlayışla göçü durduracağınızı düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Böylesi bir durumda, sadece bir süre orada birikmesini seyredersiniz ama bir süre sonra bu patlar ve bunun büyük bir yükü yine bütün dünyaya, bütün o bundan korunmak isteyen ülkelere dağılır, yayılır diye anlattım. Ve tam orada duruyorum hala. Birincisi Suriye, Türkiye tarihinin kara lekesi diyeceğimiz bir dış politika sürecidir. Suriye politikaları. Ve hala bence bir kaotik düzen içerisindeyiz. Yaratılan gündemlerin bir parçası olduğumuzu düşünüyorum. Çok ciddi ele alınması lazım. Bizim hiçbir ülkenin sınırlarının içerisinde oluşacak bir ortamı var eden bir ülke değil, her ülkenin kendi sınırlarının korunmasına teminat olan bir ülke pozisyonunu koruyan Türkiye olmalıyız. Ve bunun ötesinde de, tekrar bu insanların, o ülkelerinde yaşam sürebilmeleri için en üst seviyede uluslararası diplomasiyi yönetecek düzeyde olmamız gerekir. Kaldı ki az önce de ifade ettim, biz artık o bölgede olan gelişmelerde masaya dahi oturamıyoruz.
- Adaylığa ilişkin açıklamalar yaptınız ama son dönemde Cumhuriyet Halk Partisi'nden de özellikle bir erken seçim talebi var. Öncelikle siz bu erken seçim talep ediyor musunuz, öne alınmasını? Bir de şu yorumlar var; 2027 yılı sonunda yani 2028’de yapılmadan önce, işte kısa bir süre önce seçimin yapılacağı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yeniden adaylığının yolunun açılacağı yönünde yorumlar da var. Hatta Özgür Özel bunun için bir tarih de verdi. İşte 2025 Kasım'dan sonrasına biz onay vermeyiz dedi. Ama siz Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın birincisi yeniden adaylığına nasıl bakıyorsunuz? Aday olsanız da olmasanız da sonuçta Cumhuriyet Halk Partisi'nin adayına destek vereceksiniz. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı görmek ister misiniz diğer aday olarak. Bu ve erken seçim talebiniz var mı?
Bir dahaki genel seçimden sonra Sayın Erdoğan'ı cumhurbaşkanı olarak görmek istemem. Ama ondan önce nerede olacağı beni ilgilendirmiyor. Ama elbette hukukun işlemesi, yani hukukun önde olması şarttır. Hukuki koşullarla beraber, meşru bir düzenle, meşru bir sistemle adaylıkların oluşması gereklidir. Bu bağlamda, günü geldiği noktada, hukuka dair bir engeli olmadığı yerde herkesin aday olması hak olacağı gibi Sayın Erdoğan'ın da aday olması haktır. Buna ben yorum yapmayı doğru da bulmam.
Erken seçim meselesi de, yani siyasi partiler tarafından körüklenen ya da böyle her gün gündeme atılan bir mesele değil de, halkın nabzının bunu belirlemesini daha değerli ve güçlü buluyorum. Bu bağlamda da bir zemin oluşuyor. Ama hani bu tam anlamıyla ne zaman erken seçim kavramıyla vücut bulur onu bilemem. Bu manada partilerin, yani bir muhalif partinin, direkt bunu her gün “erken seçim, erken seçim” demesi yerine, yani ben Cumhuriyet Halk Partili olarak benim partimin her gün ülkenin sorunlarına çözüm önerileri anlatan bir parti olmasını daha değerli bulurum. Zaten öylesi bir tavır ve anlayış ki, şu an partimizin yoğun bir program çalışması süreci söz konusu. Önümüzdeki ilkbahar sonlarına doğru bitecek. Böylesi bir sürecin zaten hem toplumu erken seçime motive eder, hem muhalefete olan inancını büyütür. Hem de bizim daha güçlü bir iktidar yürüyüşümüze vesile olur diye düşünüyorum.
- Sayın Başkan; zaman zaman sizin çevrenize atıf yapılan bir konu var. Hakkınızda devam eden davanın olumsuz bir şekilde sonuçlanmasının önüne geçmek için sizin CHP Genel Başkanlığı’na gelmeniz. Eğer böyle bir şey yapılırsa sizin hakkınızdaki davanın olumsuz neticelendirilemeyeceğine dair bir takım görüşler dile getiriliyor. Bununla ilgili sizin görüşünüz nedir? Bir de; ilk sunuş bölümünde belediyelerin bazılarının maaş ödeyemeyecek durumda olduğunu ve bunun bir üstündeki halkaya da sıçrayabilecek durumda olduğunu söylediniz. Rakama dökebilir misiniz? Ne kadar belediye bu durumdadır? Borçları ne kadardır?
Açıkçası maaş ödeme sıkıntısı çekmeyen belediye yok denecek kadar azdır. Büyükşehirler hariç. Yani büyükşehirlerin daha farklı bir yatırım bütçesi ve statüsü olduğu için ve gerçekten Türkiye'deki enflasyonun yarattığı travma ve gelirlerin artmadığı noktada, özellikle ücretli kesimin bütçeye oranındaki artış yani bugün birçok belediyede artık yüzde altmış, yetmiş, seksen ki bu aslında istihdam ettiğiniz kişinin alacağı maaş oranının bütçe oranı düzenlemesine de aykırı bir durumu kapsamakta. E bir de tabii geçmişten gelen bir kısım borçlar, teminatlar ve bunların gelen maliye ya da hazineden gelen paydan kesinti yapılması vesilesiyle belediyeler güçlükle, zorlukla süreçlerini yönetmekte. Bunun hem borç yükünün sağlıklı bir vadelendirmeye ihtiyacı var, ki bunu altyapı oluşturduk. Şimdi bu talep bizim Türkiye Belediyeler Birliği’ne sadece CHP'li belediyelerden gelmiyor, bütün belediyelerden geliyor. AK Parti’liler, MHP'liler ve DEM’liler bütün partilerden geliyor. Dolayısıyla biz onlar adına bu iletişimi ve bu talebi ortaya koyuyoruz. Tabii bunun bir yüzdesi çıkarılmış durumda değil ama gerçekten yani söyleyebilirim ki; benim rastlayıp, konuştuğum ya da arkadaşlarımın ziyaret edip konuştuğu hiçbir belediye ‘Ben tıkır tıkır maaşımı ödüyorum. İşte kasamızda da para var’ dediğini duymadım. Yani tam aksine maaş ödemekte zorluk çekiyoruz. Hatta gecikmeli ödüyoruz. ‘Beş gün, on gün, on beş gün, yirmi gün gecikmeli ödüyoruz’ diye ifade eden belediyeler çok yüksek. Bunun bir düzene ihtiyacı var. Ben öyle bir fırsatçı insan değilim. Yani böyle bir gündemin bir parçası olmam. Olmadım da… Partimin genel başkanı var. Gerçekten böyle bir sıradan dava bile denmeyecek bir meselenin işte kurtuluşu partiye, genel başkanı ol vesaire… Ben görevimin başındayım ve İstanbul'a hizmet ediyorum. Böylesi bir kavramla değil ama bir süreç gelişir, oluşur ya da dönemimin sonu olur, başka bir vesile olur. Oluşana kadar da İstanbul'a hizmet etmeyi çok önemli buluyorum ve başarılı olmayı istiyorum. Öyle bir gündemim yok. Bir ülkede yargının işlemesi için böyle bir bahanenin konuşulmasını bile çok garipsiyorum açıkçası. Bunu ben de çok dinliyorum. Bana da anlatılıyor. Aynı size bu şu an söylediğim duygumu onlara da ifade ediyorum.
- Biraz önce ahmak davasından söz ederken bir yargısal tacize uğradığınızı ifade ettiniz. Buna karşı hukuki ve siyasi anlamda ne yapıyorsunuz veya yapacaksınız? Çünkü geçtiğimiz günlerde CHP'nin grup başkan vekilleri, vekili ve yöneticileri muhalefeti ziyaret etti. Sizin bu anlamda eylem planınız ne olacak? Birincisi bu… İkincisi; Cumhurbaşkanlığı adaylığı tartışması konusunda Sayın Özel'le farklı düşündüğünüz anlaşılıyor. Sağ sol açık yeriniz. Siz takım arkadaşlığımdan söz ettiniz. Sayın Özel'in bu süreci doğru yürüttüğünü düşünüyor musunuz? Çünkü biraz önceki açıklamalarınızdan da bir eleştiri hissettiğim için bunu soruyorum. Bir de; bu tüzük kurultayında Sayın Yavaş'la yaşanan söz verme tartışması veya polemiği diyelim. Sayın Özel, Amerika ziyaretine giderken üçlü bir zirve yapacağını söylemişti. Bu zirve olacak mı veya vaz mı geçildi? Sayın Yavaş'la bir görüşme planlıyor musunuz?
Bir kere hani bu bir eleştiri boyutuyla ele almamak lazım ama hani sempatik bir eleştiri olarak da alabilirsiniz yani… O sağ açık, sol açık ben takım arkadaşı derken gerçekten böyle bir kıyaslamayı da doğru bulmuyorum. Mansur Bey, şahsına münhasır birisi. Ben kendi kişiliği ve duruşu olan başka birisiyim. Böyle bir şeye ihtiyacımız yok. Bizim rekabet kısmıyla ilgili de az önce de söyledim bir soruda. Bizim belediye başkanlarıyla rekabetimiz sadece başarı rekabetidir. Bunu birbirimizi yaralayan bir rekabete asla dönüştürmeyiz. Kaldı ki tüzük meselesinde ben hani tabii o meseleyle ilgili hiçbir kavramı üzerime alınmıyorum. Çünkü kurultaya neredeyse üç gün, dört gün kala arayıp konuşma yapmak istediğimi genel sekretere belirtmiş birisiyim. Hatta hangi içerikte konuşma yapacağımı da belirtmiş birisiyim. Hem belediyelere, yerel yönetime dönük TBB Başkanı olarak hem de dava sürecime dönük konuşacağımı dile getirmiş birisiyim. Ve bunun gününü bir gün kala konuşmuş, cuma günü diye... Sonra cuma yetişemeyeceği konusunda uyarı alıp, cumartesi… Yani cuma günü biz onu konuşup, geçebilirdi de bu mesele yani... Cumartesiye kaymış bir mesele garip bir yere evrildi. Oraya dönüp tartışmam ve Mansur Bey olarak diyaloğumu da inanın burada tartışmam, tartışmak istemem. Hani genel başkanımızın o tarifine dönük sempatik eleştirimi kendisine de yaptım. Tahmin ediyorum o da doğru söylüyorsun gibi bir yorumla beni karşılamıştı ama önemli değil. Biz yol arkadaşıyız, takım arkadaşıyız, ortak akılla süreci en doğru yere ulaştırma konusunda kararlı bir ekibiz. Genel başkanım en az benim kadar kararlı. Bu konuda birbirimizi tamamlayarak, birbirimize katkı sunarak en başından beri yani en başından beri mutlaka bu az önce söylediğimiz bütün olumsuzlukların müsebbibi bu süreci sona erdirerek Türkiye'yi çok aydınlık bir sürece taşımak konusunda kararlı bir ekibiz. Yargısal taciz meselesi; zaten var yani. Daha ilk derece mahkemeden beri hala var. Bu kadar dedikodu gezer mi? Benim kulağıma gelmeyen, gelen Adalet Bakanı'nın kulağına gitmiyor mu yani? Duymuyorlar mı bunları? Ben görmedim, ben duymadım, ben bilmiyorum oynamak olur mu yani Allah aşkına? E tacize uğruyoruz tabii yani. Bizi köşeye sıkıştırarak buradan nasıl bir siyasi menfaat elde edilebilir? Ha yargıyı silah olarak kullanıp, adayı belirleme konusunda çaba göstermenin bu millette karşılığı olmadığını en iyi bilmesi gereken partiden bahsediyoruz yani. Sayın Cumhurbaşkanı bunun bir örneği... Bunun neresinde duruyorlar? Bu taciz. Bundan faydalanma şansları da yok. Hangi akılla bunu sürdürüyorlar anlamakta güçlük çekiyorum. Milletin büyük oranda bana söylediğini ifade edeyim yani. Güçlü rakip olma potansiyeli olan bir kişiden korkuyorlar ve ona göre tedbir alma yöntemi de böyle buluyorlar. E bu nasıl akıl? Bu millet mağdur edilenin yanında olduğunun ve bunun en güçlü cevabını da 23 Haziran 2019’da verdiğini daha dün yaşadınız. O bakımdan umarım bu yanlıştan dönerler. Aslında yani bunu çok konuşmak da istemiyorum. Bakın, bundan siyaseten nemalanma gayreti içinde olacak yani çok affedersin kurnazlık yapacak birisi olsam dilim başka olur. Yani benim hem bu konudaki üzüntüm hem feryadım çok nettir. Çok samimidir yani. Yarın bitsin, ben hem yargıya hem katkı sunan kim varsa teşekkür edeyim ona.
- Şimdi bugün sorulan soruların hemen hemen hepsi çoğuna belki ben de niyetlenmiştim ama bana bize mahsus bir soru kaldı. Şimdi bizim gazeteye Karar Gazetesi Yusuf Ziya Cömert bu arada onu da belirteyim. Bize ziyaretinizde kendinizi merkezde gördüğünüzü, partinizi de merkezde gördüğünüzü söylemiştiniz. Bu tabii epeyce yankı da yaptı. Fakat biraz sanki bu tarife ihtiyacı var. Yani hem neden böyle? Hem de bu merkez dediğiniz şey nasıl bir şeydir? Nasıl tarif edersiniz? Bir de yanımda oturuyor. Orhan abi kulağıma soru fısıldadı. Ben mahreç belirterek konuşmayı seviyorum. O yüzden ifşa ettim. Kusura bakmasın yanlış yaptıysam. CHP'de Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu'ndan başka cumhurbaşkanı adaylığı potansiyeli taşıyan kimse yok mu? Gibi bir cümle soru bu. Bu kadar efendim.
Evet. Belki Orhan Bey'in öyle bir arayışı varsa o kendisi bulsa, sorunun cevabını daha doğru olur. Bu en azından benim öyle bir gündemim yok. Yani öyle bir pozisyonlamayı zaten hadsizlik olarak görürüm. Kendi adıma bunu siz konuşabilirsiniz ama benim böyle bir şey yapmam ne kişiliğime uygun. Kesinlikle kendimi merkezde görüyorum. Bu ülkenin kapsayıcılığına dönük insanlarına hitap etmek meselesinden yola çıkarak ve bu ülkenin değerleri, bu ülkenin o karma ve zenginlik diye tariflediğimiz kültürel ve etnik yapısı her yönüyle merkezde duran bir anlayışın bu şöyle bir şey değil yani bir merkez sağ merkez sol kavramı değil. Gerçekten daha farklı bir merkezden sadece ideolojik bir merkez olmaktan da bahsetmiyorum aslında. Yönetsel bir merkezci anlayıştan bakışı öyle kurgulayan ve gerçekten merkezden meseleye bakıp herkesi eşit bir mesafede görebilen bir anlayıştan. Yani bunu çok yönlü ele alabiliriz. Ve aslında bunun tam da duruşunu İstanbul’da yaşatan biri olduğumu düşünüyorum. Yani ben İstanbul'da her kesimi, her vatandaş kesitini anlama, buluşma, izleme, çözüm bulma ama muhafazakar ama milliyetçi ama seküler ama işte Kürt vatandaşımız ama Ermeni vatandaşımız veya roman vatandaşımız veya yoksulu veya zengini yani herkesin hakkını hukukunu koruyan, toplumu eşitleyen ve insanlara fırsat sunarken partizanlık yapmamayı, bütün bu kavramları merkezde duruş olarak kavramın içine koyabilirim. Şu anda eksik bıraktığım tarafı da mümkündür. Yani ekonomiye, sermayeye, emeğe, bakış açısından da merkezde dururum yani emekte hakkını veren, hakkını koruyan ama sermayeye de saygı duyan ve ona ahlaklı bir biçimde iş yapabilmesine fırsat tanıyan, kolaylık tanıyan ama bundan da kamuyu en yüksek şekilde faydalandıran birçok yorumla zenginleştirebilirim. Ben bütün bu duygumla merkezde durduğumu düşünüyorum. Bir de bir insanın hayat yani kesiti, yaşamı da bunu tarifler. Ben öyle birisi olarak da büyüdüm açıkçası. Siyasal anlamda da ideolojik anlamda da farklı görüşlerin bir arada olduğu bir aile yapısında büyüdüm. Yani her kesimle bağım var ve her kesim bir masada konuşabilir durumdayım. Bunu da büyük bir zenginlik olarak görüyorum kendime. Bunu en yüksek seviyede taşıma gayreti içerisindeyim. Tamamıyla az önce söylediğim gibi hukuku önde tutarak, eşitliği yönde tutarak ve hiçbir bölüme ya da kesite ya da kesime ayrımcılık yapmadan bu merkezde durmayı tariflemeyi doğru buluyorum. Ve Türkiye'nin de böylesi duruşa bakışa, önümüzdeki süreçte geçtiğimiz Cumhuriyetin geçtiğimiz yüzyılından bu yüzyıla aktarılan sorunların çözümünden tutun da atılımı gerçekleştirebilecek, sıçramayı gerçekleştirebilecek çocukları ve gençleri. Bu ülkede umutlu kılabilecek bir anlayışı ancak öyle bir konumlanmayla çözebileceğimize inanıyorum. Ben bunu İstanbul'da da başardığımızı görüyorum. Gereklilik elbette var yani ihtiyaç olduğunu düşünmesem bunu böyle izah etmem. Bunu basit de şeyi var hani pozisyonu var şu anda. İşte İstanbul'da öyle olunca insanlar yüzde ellinin üzerinde birkaç kez oy verebiliyor. Ben dört defa seçim kazandım. Dördü de neredeyse yüzde ellinin üzerinde kazandım yani.
- İktidar kaybetti ama kaybetti ama kazanmazsa ya da kaybederse muhalefet kaybeder dediniz. Daha doğrusu muhalefetin kaybedebileceğinin bu sözünü çok önemsiyorum. Çünkü tüzük kurultayında yaptığınız konuşmada da bunun ayrıntılarına, detayına girmiştiniz. Şimdi bugün büyük bir ihtimalle şu saatlerde Selahattin Demirtaş'la görüşmüş olacak Özgür Özel. Salı gününden itibaren de Güneydoğu'ya bir seyahati var. 5 gün boyunca. Sizin beklentileriniz içerisinde büyük bir ihtimalle yine Kürt sorunu ya da açılım denilen ama ne olduğu şu anda anlaşılamayan el sıkışma sonrası konuşulan süreç var. Sizin beklentilerinizi ve 29 Mayıs'ta değişim diye başlattığınızda o değişim birkaç gün sonra bir yılı tamamlayacak o değişim parti içerisinde karşılanabiliyor mu? Eksiklerini gördüğünüz zaman bunu tabii muhataplarınıza söylüyorsunuz ama bizimle de paylaşabilir misiniz? Çünkü erken seçim yerine sorunların çözümüne yönelik şeyleri başa çıkarmak gerektiğini söylediniz. Bize biraz ayrıntı verir misiniz beklentilerinizle ilgili bir senelik sürecin sonunda diyelim?
Sayın Genel Başkanımızın Doğu Güneydoğu gezisi aslında uzun zamandır tasarlayıp ancak gerçekleştir bir süreç. Dolayısıyla aslında mevcut sıcak gündemde denk düştü. Bunu birkaç kez de basınla paylaşmıştı daha önce gideceğini. Dolayısıyla bizim zaten ülkemizin her yöresiyle, her beldesiyle, her şehriyle, her konusuyla ilgili makul bir fikrimiz var. Bir yandan da geliştirdiğimiz, birleştirdiğimiz fikirlerimiz de var. Yani Cumhuriyet Halk Partisi bu konuda çok 360 derece meseleleri analiz etme sürecini şu anda yaşıyor ve yaşatıyor. Bu bağlamda hem bugünkü ziyaretini önemsiyorum değerli bir ziyaret hem de Doğu, Güneydoğu gezisinde mevcut iktidarın ya da ittifakın atmak istediği adımın etkisini bölgede ölçmek veya nabız tutmak aslında da ziyaretini değerli buluyorum. Ama hani burada şu anda iktidar olan bir yapı ya da bir ittifak bir süreç tarifleme arifesinde. Yani burada onların hamlelerini görmek, beklemek, anlamak daha değerlidir diye düşünüyorum. Az önce duyduğumuz kaygılar yani bir pazarlık meselesi mi? Buradan başka bir yere yürüme mi? Sadece 2-3 yıl sonraki seçimi kurtarma meselesi mi? Yoksa bu ülkenin artık yüzyıllar boyu bu sorunu çözecek bir altyapıyı kurarak, çünkü bir sorunu, Kürt sorununun çözümü birkaç yıla sığacak bir mesele de olmaz. Yani bunu kısa vade, orta vade, uzun vade atacak adımlar diye de tarifleyebilirsiniz ve bu yıllar alabilir. Bu bağlamda böylesi bir zaman mı planlayacaklar? Bunları görmek gerektiğini düşünüyorum. Bütün bu fikirlerimi de genel başkanımızla da paylaştığımı bilmenizi isterim. Biz bu kadar açık bir ilişki yürütüyoruz. Ne biliyorsak, ne yaşıyorsak, toplumda neyi hissediyorsak, Genel Başkanımıza aktaracak bir köprüye sahibiz. 29 Mayıs sabahı söylediğim cümleyle başlayan bir sürecin hem parti içi sürecinde ahlaki bir dönemle yani birbirine saygı duyan bir dönemle sonuçlanması hem ardından yerel seçimlerde başarı elde edip birinci parti olması… Bunların hepsi çok çok kıymetli. Ve bugün geldiğimiz noktada istediğimiz noktada mıyız? Tabii ki eksiklerimiz var ama güzel olan şu biz eksiklerimizi konuşuyoruz. Yani daha dün bile konuştuk. Haftada bazen iki kez konuşuyoruz. Benim şahsen tespit ettiğim ya da ekibimizin tespit ettiği ne varsa bunları anında genel merkezle paylaşan mekanizmalarımız var. Benim bizzat Genel Başkanla konuşmak ve paylaşma konusunda hiçbir engelim hiçbir sınırım yok. Kaldı ki benzer bir durumu bana yaşatan bir Genel Başkanımız var. O muazzam bir fırsat alanı doğuruyor bize. Eksiklerimizi de birebir çok açık konuşabiliyoruz. Sadece ikili olarak da değil, kurullar çerçevesinde de dönem dönem konuşuyor, tartışıyoruz. Az önce bir soruda eksik bırakmıştım. İstinaf mahkemesiyle ilgili CHP hangi adımlar atıyor. Biraz buradan da oraya gireyim. Bu konuda da özel kurullar oluşturuldu. Çalışılıyor. Benim burada etkin bir rol almam doğru da değil. Ama istinaf kararından önce neler yapılmalı? Kamuoyu bilgilendirilmesi bunu örgütlere, bütün Türkiye'ye yayılması konusunda ve sivil toplumun bu konuda etkili bir şekilde bilgilendirilmesi hususunda adımlar atıyoruz. Atılıyor. Bu Genel Başkanın önderliğinde yapılıyor. Genel merkezde kurduğu bir yapı ve İstanbul İl Başkanımızın ve oradaki bir kısım heyetin destek sunduğu bir yapı. Bu bağlamdaki dayanışmamız ve çalışmalarımız en üst seviyede. Bir yandan parti programına çalışılıyor. Bir yandan eksikler gideriliyor ve açıkçası gayet memnunum. Yani parti şöyle eleştiriliyor oyu düştü, şu oldu, bu oldu. Bir kere yani yerel seçimde alınan oy ve sonrasında yapılan anketler, ben de anketlere bakıyorum, ben de büyük oranda partimizin birinci parti olarak çıktığını görüyorum açıkçası. Yani oy düşme meselesi bütün partilerin oyu düşmüş gözüküyor. Ve bir tarafta tarafsız seçmenin büyüdüğü gözüküyor. Bunun da ne anlama geldiğini, anket. Yıllarca itibar eden, doğru, iyi yapılan anketleri takip eden birisi olarak ne anlama geldiğini biliyoruz. Bu böyle olur zaten. Yani o bir bölümünün tarafsız bölümüne kayması mümkün olur zaten. Bu yönüyle baktığımızda da doğru bir yerde duruyoruz. Bundan sonrası önemli. Her adım önemli. Her gün, her saat önemli. Etkili bir biçimde buna kafa yorduğumuzu ve çalıştığımızı, bu çalışmadan da mutlu olduğumu belirtmek isterim. Umarım genel başkanımızın partimizdeki başarısı bizlerin şu anda aldığı şehirlerinde ya da ülke genelinde aldığımız sorumluluklardaki başarımız bizi iktidara taşıyacağına da inancım tamdır. Yine ifade ettiğiniz sorunuzun başında o cümleyle sözlerimi bitireyim. Bu saat itibariyle Cumhuriyet Halk Partisi olarak başta bizler olmak üzere ve bu işin lokomotifi olma mecburiyeti ve sorumluluğu yüklenmiş kişiler ve partimiz olmak üzere bu seçimi iktidar kazanamaz. Ancak biz istersek kaybederiz. Biz de milletimiz adına, milletimizin kazanması için kararlı bir ekibiz. İnşallah milletimizin kazandığı ve geleceğinin kurtarıldığı ve kazanıldığı bir dönemi Türkiyemize yaşatmak istiyoruz. Yolumuz budur.