BIST 100 9.550 DOLAR 34,54 EURO 36,01 ALTIN 3.005,46
17° İstanbul
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyon
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkari
  • Hatay
  • Isparta
  • İçel
  • İstanbul
  • İzmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce

Güç zehirlenmesi

İnsan yaşamı, üzerinde yaşadığımız gezegenin ve belki de galaksinin yaşı ile kıyaslandığında ne kadar “miniminnacık” bir zaman dilimidir aslında.

Tür olarak 100 küsur yıl yaşabilmemize rağmen, bu işin “normali” 70 – 80 seneye tekabül eder. Hâttâ kimilerimiz, benim rahmetli babacığım gibi, 50’yi bile zor çıkarır. Mel’un ve menfur hastalıklar ya da kazalar nedeni ile çok daha kısa sürelere sığdırılabilen yaşamlara her gün tanık olmuyor muyuz?

Önemli olan, bu görece minicik yaşam süresine neler sığdırabildiğimizdir. Bu süreyi “ders ala ala”, kimi zaman da öğrendikçe ve yaş alarak kendi çapımızda bilgeleştikçe, bizden gençlere “ders vere vere” geçirebilmektir.

Bunu, “akademik düzlemde” yapanlarımıza, ya da teolojik düzlemde çalışanlarımıza “Hoca” deniyor. Bu iki düzlemin haricindeki normal yaşamlarımızda “Ağabey” veya “Abla” sıfatını hak edecek bilgelikte bireyler de yetişiyor her çevrede. Herkesin saygı duyduğu ve iki satır şey öğrenmek için adeta ağzının içine baktığı. Ama bunların dışında da, “Bilge ya da hoca” statüsünde sayılan bireyler de çıkabiliyor aramızdan. Şu veya bu şekilde “güç” elde eden, güçlenen, zenginleşen ya da hayatın akışı içinde ötekilerin “Üzerine çıkanlarımız” da daha başka “üstünlük” ihtiva eden sıfatlarla anılıyor, yüzüne ya da arkasından böyle anılabiliyorlar. Reis, amir, usta, kumandan, şef, üstad… vesaire.

Sonuçta, bu gezegendeki kısacık yaşam süreci içinde o “güç”ten zehirlenmeden yaşayabilmek en önemlisi. Çünkü, yaşam denen sürenin, vücudumuzdan birkaç santim büyük tahta bir sandukada sona erecek olan “final”inde, arkamızda bıraktığımız “iz” ve bir anlamda “tortu – çökelek”, bizi nasıl anacaklarını belirliyor. Geride kalanların yazacakları metnin kelimelerini, o tortu ile bestelenen şarkının notalarını oluşturuyor.

Mesela, yaşarken içinde bulunduğunuz zaman boyutundan, aşama aşama öğrenemediğiniz zaman ofsayta düşebiliyorsunuz. Kendi çağınızdaki hareket ve davranış normlarının “mutlak ve ebedi normlar” olduğunu sanmak, hele ki güç sahibi, ün ve nüfuz sahibi biriyseniz düşebileceğiniz vahim yanlışlardan biri olabiliyor.

Mesela küçüklere, kadınlara ve hatta hayvanlara davranışlarınızla ilgili olarak sizlere “öğretilen” şeylerin değişiyor olabileceğini akıldan çıkarmamanız gerekiyor.

Küçüklere (kendi çocuğunuz olsa bile) hitabınız bile, belli bir noktadan sonra sosyal yaşam içinde sorun edilebiliyor. “Hey ufaklık, bak bakiim buraya” diyemiyorsunuz kendinizden küçüklere. Tanımadığınız insanlara “sen” değil, “siz” diye hitap etmenin gerekliliğini öğrenmek durumunda kalabiliyorsunuz. Nasıl bir çevrede büyümüş ve yetişmiş olursanız olun, bir kadının eteğini kaldırıp poposuna şakadan da olsa, bir “şaplak” atabilme hakkını görmeniz, makas almanız ya da istem dışı herhangi bir dokunmanız vahim bir suç sayılabiliyor. “İyi ama itiraz etmedi ki…” veya “İyi ama ben bunu hep yaparım kimsenin sesi çıkmaz” deyince olağanüstü mahcup ve utunç verici bir duruma düşebiliyorsunuz. Toplum sizi asla mazur görmeyebiliyor.

Mesela, bulunduğunuz konumdan ve elde ettiğiniz güçten kaynaklı bir “zehirlenme” nedeniyle, önünüze gelene “atar – gider” yapabilme hakkını, “lan, be, yauv” diye hitap etme hakkını kendinizde kendinizde gördüğünüzde, sizi fena halde ayıplayabiliyorlar. Gıda maddelerini insanların üstelik yoksul ve muhtaç insanların “kafasına kafasına” atabilme hakkını kendinizde görmeniz, “onları değil kendinizi küçültücü” sayılabiliyor.

Mesela, dini konularda bilgi sahibi olmanız ve ibadetinizi “başkalarından daha sıkı – daha koyu” biçimde icra etmiş olmanız, kendinizi “Uhrevi güçlere daha yakın” ve belki de “Bir sonraki hayatta daha iyi koşullarda ağırlanmayı garantilemiş” hissetmeniz, size çevrenize de böyle yaşamayı “dikte etme hakkını” vermeyebiliyor. Onlara kendi yaşam biçiminizi empoze ederken, aslında ne kadar “küstahça ve kibirli” davrandığınızı gösterebiliyor.

İnsanların kişiliklerini, iradelerini, kişiliklerini, karakterlerini “hiçe sayma ve onlara tepeden bakma” vehmine kapılmak için yukarıda sözünü ettiğim o “zehirli güç”ten, yani kendinizi “yukarıda görmekten” gıda alıyor olabilirsiniz. Ama bu “zehrin” niteliğini ortadan kaldırmıyor.

Kısacası…

Yapmayın.

İçmeyin o zehri.

Hem kendinize, hem de başkasına zarar veriyorsunuz.

Saydığım bu örnekler, tamamen hayali ve gerçek hayatta yaşanmamış, öylesine uydurduğum durumlar olmasına rağmen, her gün her an çevremizde tanık olabileceğimiz, olmamız muhtemel hadiselerdir. Bunca yıllık yaşam tecrübesinin aklıma getiriverdiği “muhayyel” pratiklerdir.

Belki de, “yaşayarak (naçizane) öğrenmeye çalışmanın minik bir faydası” bile sayılabilir.