Dünyanın en büyük barosu olarak bilinen İstanbul Barosu’nun yeni başkan ve yönetimini belirleyecek Olağan Genel Kurul Toplantısı, Haliç Kongre Merkezi’nde başladı.
"İstanbul Barosu Cemiyeti" adıyla Türkiye'nin ilk barosu olma özelliğini de taşıyan İstanbul Barosu'nun Olağan Genel Kurulu Toplantısı divan seçimiyle başladı. Ardından bir yıl içinde hayatını kaybeden avukatların isimleri okundu. Salonda bulunan katılımcılar ise isimler okunurken ayakta saygı duruşunda bulundu.
İstanbul Baro Başkanı Mehmet Durakoğlu, kongrede yaptığı konuşmada; “Onun bizim adımıza da Silivri’de yattığını düşünüyorum’ dediği avukat Can Atalay'ın hazırladığı konuşma metnini okudu.
ANKA Haber Ajansı'ndan Oktay Yıldırım, Edda Sönmez ve Sadık Karakuloğlu'nun aktardığına göre; Durakoğlu’nun okuduğu metinde “Size dört duvarla çevrilmiş bir hücreden sesleniyorum” diye başlayan Can Atalay şu değerlendirmeleri yaptı:
'GEZİ SADECE DÜNÜMÜZE DEĞİL AMA AYNI ZAMANDA DA GELECEĞİMİZE DAİRDİR'
Bu ses sizlere Silivri’den ulaşıyor. Gezi Direnişi’ni karalama çabasının yeni uğrağı 25 Nisan kararı ile kilit altındayız. Gezi Direnişi’nin farklılıklarımızla, öncesinde yaptıklarımızın ya da söylediklerimizin yanlışlığı ya da doğruluğunun hesabını tutmadan, yalın bir adalet talebi ve çoğulcu bir demokrasi şöleni olduğunu lütfen, hep birlikte yeniden anımsayalım. Gezi Direnişi milyonlarca sıradan yurttaşın haklarının hiçe sayıldığı ama sürekli yükümlülüklerinden söz edildiği hukuksuz bir hukuk düzenine meşru bir itiraz; bin bir farklılıktaki insanımızın muştuladığı çoğulcu demokrasi imkânı oldu. Gezi Direnişi sıradan yurttaşların aşağıdan yukarıya seslendirdikleri kardeşleşme iradesi ve barışma kararlılığı oldu. Gezi, bu memleketin eşitlik, özgürlük, kardeşlik, adalet ve demokrasi yolunda sönmeyecek umudu oldu. Bu nedenle de Gezi sadece dünümüze değil ama aynı zamanda da geleceğimize dairdir.
'HER YER TAKSİM, HER YER DİRENİŞ'
Muktedir olduğunu sananların Gezi Direnişi’ni karalama çabasının sebebi de budur. Bizleri kilit altına alarak yapılmaya çalışılanların ötesinde, korktukları da Gezi’nin ta kendisidir, Gezi’de vücut bulan dayanışma iradesi, tüm çoğulculuğu ile bir arada durma inadıdır; eşitlik, özgürlük ve demokrasidir. Onların korkusu bizim umudumuzdur, başarabileceğimizin nişanesidir. Sözlerime ‘Her yer Taksim, her yer direniş’ diyerek devam edeceğim. Çünkü, bu slogana ve hatırlattıklarına önümüzdeki dönem çok ihtiyacımız olacak. Çünkü, ‘Her yer Taksim, her yer direniş’, ülkemize çöken alacakaranlığa karşı milyonların bir uyarı seslenişi, boyun eğmeyeceğinin ifadesiydi.
'GEZİ’DE YÜKSELEN UMUDUN, DOSTLUĞUN, KARDEŞLİĞİN SESİ BASKIN GELECEK'
Bir alacakaranlığın içinde ve daha da koyusunun kıyısındayız. Bizleri buradan Gezi’nin demokratik, çoğulcu, farklılıkları ile birlikte bir arada olmaya ve bir arada yaşamaya çağıran sesinin çıkacağına inanıyorum. Hiç şüphem yok, biz kazanacağız! Nefretin, kindarlığın değil Gezi’de yükselen umudun, dostluğun, kardeşliğin sesi baskın gelecek. Bu memlekette halktan ezilenden yana mücadele verenler kazanacak, adalet arayanlar kazanacak, hep birlikte mücadele edecek, hep birlikte kazanacağız. Ülkemiz, bir alacakaranlığın içinde ve daha da koyusunun kıyısında! Ülkemiz adım adım anayasal ilke ve kuralların, kurum ve kuruluşların tasfiye edildiği bir karanlığın içine sürüklendi. Türkiye epey zamandır artık bir hukuk devleti değil, olağanüstü hâl devleti durumunda. Ülkemizi, toplumsal ve siyasal yapının her yanına dal budak salmış bir çevre kuşatmış durumda. Önce Fettullahçı çete ile bir koalisyon kurarak; daha sonra adım adım tüm gücü kendi elinde toplayarak demokrasinin 'd'sinden ve hukukun 'h'sinden söz edilemeyecek bir memleket yaratmayı neredeyse başardılar! Kalanları da yok etmek için yoğun bir hazırlık içindeler.
'İNSANLIĞIN BAŞINA GELMİŞ EN BÜYÜK FELAKET ‘FAŞİZM’DİR'
Düşününüz, 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü dahi kendi 'meşruiyet' iddiasını toplumun bütün kesimlerine karşı tarafsızlık ve geçicilik ile izah etmeye çalışmıştı. Bugün ise değil bu nitelikte bir meşruiyet iddiasından söz etmek; toplumu sadece kendisine oy verenlerden ibaret, kendisine oy vermeyenleri vatandaşlıktan çıkmış sayan ve geçicilik şöyle dursun kendisini ebedi kılmaya çalışan bir istibdat ile karşı karşıyayız. Bir siyasi partinin liderinin 'milletin bir devamı, hatta bir uzvu' olduğunu kolaylıkla söyleyen saray danışmanı kişi, 1933 Almanya’sında değil, 2022 Türkiye’sinde konuşmaktadır. İnsanlığın başına gelmiş en büyük felaket 'faşizm'dir ve yukarıdaki söz, faşizmin bir kitabı varsa onun tam orta yerindendir. Türkiye’de hukuk devleti hep eksik, demokrasi hep gedikti diyecek olanlara katılırız; ancak bu genel doğrunun söylenmesinin memleketin karşı karşıya bulunduğu bu büyük tehlikeyi gölgelemesine asla izin vermemeliyiz. Hukuk devletinin farklı biçimlerinden söz edebiliriz. Ama hukuk devleti esas olarak tanımlanmış, herkesçe önceden bilinen kurallı devlet işleyişidir. Bugün ülkemizde kuralların yırtılıp atıldığı, kalıcı olağanüstü hâl devlet işleyişi adım adım kurumsallaştırılıyor.
'AVUKATLIK ONURUMUZ TEHLİKEDEDİR'
Her birimizin çok iyi bildiği Avukatlık Kanunumuzun 76. ve 95. maddeleri barolarımızı ve bizleri 'hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak'la yükümlü tutar. Yine 95. madde barolarımızı 'avukatlık onurunun' korunmasıyla görevlendirir. 'Hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak', avukatlık onurunun gereğidir. Hukukun üstün olmadığı, kurallı devlet işleyişinin olmadığı yerde avukatlık onurumuzu korumak olanaklı mıdır? Günümüzde adalet, iktidara kümelenmiş, toplumsal ve siyasal yapının her yanına dal budak salmış çevrenin kendi iktidarının devamı için tanımladığı bir beka’ya göre işliyor. Günümüzde yargı da dahil idarenin işleyişinin temel ilkesi, bu çevrenin iktidarının bekası için her türlü önlemin alınması ve uygulanmasıdır. 'Avukatlık onurumuz' tehlikededir. Hangimiz istibdat rejiminin beka alanına giren bir davada temsil ettiğimiz insanlara yazılı kurallara dayanarak yorum yapıp muhtemel sonuçların neler olabileceğini söyleyebiliyoruz? Üstelik, hangi davanın beka alanına girdiğini dahi bilmiyoruz. Siyasi davalarda, ceza davalarında bu durum çok net görülebilmekte ise de artık ticari davalarda dahi beka alanının ya da beka diye yutturulmaya çalışılanın korunmaya çalışıldığını görüyoruz. Bir maden katliamından sonra, daha 41 işçinin cesedi ortadayken bu kaderin bir planı diyen yürütmeden bağımsız olmadığını bildiğimiz yargıdan etkin bir araştırma ve soruşturma bekleyebilir miyiz? Kuşkusuz hayır.
'HUKUK DEVLETİ İŞLEYİŞİNİN SON KALINTILARI DA YIKILMAYA ÇALIŞILIYOR'
Yüksek yargı açılışlarında, baro kongrelerinde yürütme ve yargı bir araya geldiğinde güçler ayrılığının, yasama, yürütme ve yargı arasındaki ilişkilerin durumu üzerinden konuşulurdu. Günümüzde mevcut durumu güçler ayrılığının bozulan dengesi üzerinden konuşmak, değerlendirmek, görüşü ne olursa olsun her hukukçu için lükstür. Vahim hatadır. Neden? Olağanüstü durumlar, bizler tasvip etmesek de olağanüstü hâl yasalarına ve bu yasalarda tanımlanan kurumlarca uygulanageldi. Bugünü daha tehlikeli yapan görünürde kurallı hukuk devleti işleyişi varken somutta sistemin olağanüstü hâl devletine göre işlemesidir. Aynı mahkeme, aynı kurum önüne gelen konu eğer beka kapsamındaysa birdenbire olağanüstü hâl kurumuna dönüşmekte, kararlarını iktidarın tanımladığı beka durumuna göre vermektedir. Belirtmeme gerek yok, bu durum yalnızca mahkemeler için geçerli değildir. Nüfus idaresinden, gazetelere ilan veren ve gazetecilere sarı basın kartı veren kurumdan, medyayı denetleyen RTÜK’e kadar tüm devlet işleyişi için geçerlidir. Olağanüstü durumlar bir genel tehlike, bir ülkenin bekası durumundan doğar. Günümüzde beka, iktidar ve çevresinin bekasıdır. Bu nedenle hiçbir adımları tesadüfü değildir. Hiçbir noktada boşluk bırakmamayı amaçlıyorlar. Gezi Davası’ndan, yeni çıkan sansür yasasına kadar bütün gelişmeler bu tabloyu tamamlamak içindir. Hukuk devleti işleyişinin son kalıntıları da yıkılmaya çalışılıyor, hava delikleri kapatılıyor, fişler tek tek çekiliyor. Mevcut durumu güçler ayrılığı arasında bir kayma olarak görmek ve göstermek ülkemize, halkımıza ve de mesleğimize karşı sorumluluk duymamak olacaktır.
'MEMLEKETTEKİ HUKUK DÜZENİNİN ALDIĞI HASARIN SAPTANMASI İLK İŞTİR'
Toplum, önündeki dertlerin çözümü için ihtiyaç duyarsa yeni anayasa konuşulur elbette. Ancak, hukuk devleti yolunda bir adım dahi atılabilmesi için yapılması gereken ilk iş 'hasar tespiti'dir. Ötesini tabii ki konuşacağız; ama öncelikle son 20 yıl ama özellikle 2010 referandumundan sonra, ama belki de daha önemlisi 2017 referandumundan bu yana haklarımızın nasıl ve ne kadar tahrip edildiğinin, hukuk devleti ilkesinin, evrensel hukuk kurallarının ve bir bütün olarak memleketteki hukuk düzeninin aldığı hasarın saptanması ilk iştir.
'ETKİN BİR AVUKATLIK ADİL YARGILAMANIN EN ÖNEMLİ TEMİNATIDIR'
Avukatlık yargının 'kurucu' unsurudur. Bağımsız ve etkin bir avukatlık adil yargılamanın en önemli teminatıdır. Hâkimin de savcının da mesleki bağımsızlığını, tarafsızlığını ve onurunu koruyabilmesi için dahi etkin bir avukatlık katkısına muhtaç olduğunu bize bugünden daha iyi anlatan bir örnek var mıdır? Bugün sadece siyasal nüfuz kullanımı yahut siyasal baskı değil söz ettiğimiz, doğrudan talimatla karar verilmesinden söz ediyoruz. İstenildiği gibi davranılmadığı, iddianame yahut karar yazılmadığında kendisinin yahut bir yakınının Fettullahçı çete irtibatı hatta mensubiyetinin yeniden keşfedileceği, soruşturmanın açılacağı ve hatta buna ilişkin süren soruşturma/kovuşturmanın olumsuz sonuçlanacağı uyarısı ile çalıştırılan hakim ve savcıların; siyasal iktidar açısından kritik soruşturma ve kovuşturmalarda özellikle görevlendirildiğine ilişkin somut, makul gerekçelere dayanan şüpheden, daha da ötesi bilgi ve belgelerden söz ediyoruz! Ankara’nın Beştepesinde yapılan toplantılarda süren davalarla ilgili verilen kararlardan, bu kararlara itiraz eden ama sözü dahi işitilmediği için affını istediği(!) iddia edilen adalet bakanlarından söz ediyoruz!
'BUGÜN SUSMA DEĞİL SÖYLEME, FISILDAMA DEĞİL HAYKIRMA GÜNÜDÜR'
Ceza yargılamaları ile ilgili iddia ve örnekleri bir an için ihmal edelim, hukuk yargılamalarında, ticari davalarda olmaz işlerin oldurulduğunu fısıldamaktan vazgeçip hep birlikte haykırmayacak mıyız? Eğer hem mesleğimiz ama hem de memleketimiz için yargıya, gerçek bir yargıya biz sahip çıkmazsak ve fısıldadıklarımızı haykırmazsak çok da uzun olmayan bir vadede ne toplumu bir arada tutan 'adalete güven' ne de bir yargı kalmayacak. Bugün susma değil söyleme, fısıldama değil haykırma günüdür! Bugün memlekete sahip çıkmayan, memleketin sorumluluğuna ortak olma iradesi göstermeyen kimse mesleğimizin temel niteliklerini de koruyamaz, avukatın haklarını geliştirmek şöyle dursun muhafaza dahi edemez.
'İNSAN HAKLARINA SAYGILI, DEMOKRATİK, LAİK, SOSYAL BİR HUKUK DEVLETİ ETKİN BİR AVUKATLIKLA MÜMKÜNDÜR'
İnsan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti ancak avukatlıkla, etkin bir avukatlıkla mümkündür. Tam da bu nedenle, demokratik kamu düzeninin her gün yeniden savunulması ve hatta inşası için avukatın 'bağımsızlığının' salt bir ilke olmanın ötesinde maddi temellerinin, sosyal güvencelerinin de gereği gibi tanımlanması zorunludur. 'Avukat hakları' dediğimiz kavram; avukatın kendisine bahşedilmiş, kerameti kendinden menkul haklar olmadığı için kıymetlimizdir. Çantamızdaki belge bize ait olmadığı için çantamızı aratmayız. Elimizdeki delili, maddi kıymeti nedeniyle değil, müvekkilimizin hakkını teslim etmenin aracı olduğu için gözümüzden sakınırız. Bu sebeple üstümüzü, evimizi, büromuzu -yeter koşul olmadan- aratmayız. Müvekkilimizin sırrı bize emanet olduğu için tanıklık yapmaz, ifade vermeyiz. Her bir dosyadaki her bir belge, ak kâğıt üstünde siyah leke değildir; müvekkilimizin özgürlüğüdür bazen söz konusu olan, bazen ailesi, bazen mal varlığı. Bizimle ilgili değildir dosyadan örnek alma çabamız.
'AVUKATLIK GELENEĞİMİZ EN ZOR KOŞULLARDA DAHİ ZULME KARŞI DİRENMEKTEN VAZGEÇMEYEN BİR ÇİZGİDİR'
Gece yarılarında aba altından gösterilen sopalara rağmen gözaltına alınan müvekkil ile yalnız görüşmekte ısrarımız bize dair değildir. İstanbul Protokolü'nü uygulatmak için verilen kavganın bizimle ilgisi olmadığı gibi. Ters kelepçeye karşı çıkmamızın bizimle ilgisi olmadığı gibi. Müvekkilimizin haklarının korunması, insan onurudur bize emanet edilen. Bunca yoksulluk varken, avukatlar, özellikle genç avukatlar, emeği ile geçinmeye çalışan milyonlar gibi açlıkla terbiye edilmeye çalışılırken avukatlığın özünden kopmama çabası bu yüzdendir. Yol parasına dahi yetmeyen Ceza Muhakemeleri Kanunu ve adli yardım ücretlerine rağmen, soruşturma ve kovuşturmaya katılmaktaki; yoksullara ve kadınlar başta olmak üzere toplumsal eşitsizlikler cenderesindeki kesimlere hukuki yardım vermekteki ısrar bu yüzdendir. Türkiye eşi benzeri pek az görülen bir avukatlık geleneğine sahip. Avukatlık geleneğimiz en zor koşullarda dahi sözünü hakkınca söylemekten, zulme karşı direnmekten vazgeçmeyen bir çizgidir. Askeri diktatörlüklerin olağanüstü yargılama dönemlerinde dahi tek bir adım gerilemeyen, sistematik işkenceye karşı mücadeleyi bir seferberlik düzeyine çıkartıp, işkencenin sorumlularını elde silah 'kahrolsun insan hakları' sloganlarıyla İstanbul sokaklarına çıkartan, çaresiz kılan, avukatlık geleneğimizdir. Türkiye’de ifade özgürlüğünden sendikal haklara, nerede demokratik bir kazanım görüyorsanız o kazanımın bir yerlerinde avukat abla ve abilerimizin tabii ki direngen, ısrarlı ama aynı zamanda da mesleğe yakışır 'iyi avukatlık' emeğini, yani avukatlık geleneğimizi bulursunuz. Bugün üzerine bir tuğla daha koymaya çalıştığımız bu onur verici gelenektir.
'YAŞAMIN HER ALANINI KAPSAYAN ÇOK YÖNLÜ DERİN BİR KRİZİ YAŞIYOR'
İşkencelere, gözaltında kayıplara, katliamlara karşı verilen mücadelenin önemli bir parçası olmuştur hukuk mücadelesi ve bu mücadelenin en önemli unsurlarından birisi avukatlık geleneğimiz olmuştur. Bugün de sosyal cinayetlere son verilmesi ve yoksulluğun istismarının aşılması mücadelesi için sürdürdüğümüz de avukatlık geleneğimizin devamıdır. Dünyamız ekolojik kriz cenderesindeyken 'insan, toprak, hava ve su için adalet' şiarı, aynı zamanda dünü bugüne, bugünü yarına bağlama irademizdir. Tek tek isimleri anmayacağım; avukatlık geleneğimizin sonsuzluğa uğurladıklarımıza da şu an salonda bulunan emektarlara da şan olsun. Ülkemiz, adaletsizlik krizini de içine alan ve yaşamın her alanını kapsayan, çok yönlü derin bir krizi yaşıyor. Derin bir yoksulluk krizi, derin bir borçluluk krizi, kamucu olmayan bir kamusal tahayyül ve programın yarattığı, giderek derinleşen bir kamu hizmetlerinin kötü ifasının neden olduğu güvenlik krizi, yoksulluğun istismarı üzerine bina edilen, siyasi-sosyal-iktisadi-dinbaz çıkar çevrelerinin yurttaşların iradesine ipotek koyması krizi, her gün etkisini daha fazla hissettiğimiz ekolojik kriz.
Her yanı saran toplumsal, siyasal, ekonomik krizlerin günümüzdeki ana nedeni olağanüstü hâl devleti işleyişidir. Olağanüstü hâl işleyişi aşılmadan, bu krizlerin hiçbirinin tek başına aşılması mümkün değildir. Ancak mesleğimizle en doğrudan bağlantısına işaret edeyim: Ülkemizin tüm bu krizleri aşması için adaletsizlik krizinin belki de öncelikle aşılması görevi ile karşı karşıyayız. Çünkü, ülkemizde hukuku üstün kılmak, ekonomi, siyaset, günlük yaşam dahil her alanda keyfiyete son vermek, bugün kanunlar karşısında dokunulmaz hale gelen çevreleri hizaya koymak ve her alanda kurallı bir işleyişi yeniden oluşturmak demektir.
'ÜLKEMİZ BİR ALACAKARANLIĞIN İÇİNDE DAHA DA KOYUSUNUN TAM KIYISINDADIR'
İşte bu nedenle ülkemiz bir alacakaranlığın içinde, daha da koyusunun tam kıyısındadır. Ülkemiz içinde bulunduğu alacakaranlığı, bu derin ve çok yönlü krizi ancak demokratikleşme ile aşabilir. Yeni bir atılım bizleri bekliyor. Hep birlikte, kardeşçe, dayanışmayla yüz yıllık Cumhuriyetimizi her alanda demokratikleştirerek hem alacakaranlığı aşacağız hem de eskisinden daha sağlam bir toplumsal ve siyasal ortam oluşturacağız. Bu yeni başlangıç, tüm renklerimizle, farklılıklarımızla beraber bir arada yaşama irademizle, çoğulculuğu en önemli zenginliğimiz olarak kavrayan, haklar ve özgürlüklerin iktisadi/sosyal dayanaklarını oluşturmayı belirsiz bir geleceğe ertelemeyen, kapsamlı bir demokratikleşme ile mümkündür. Cumhuriyetimizi savunduk ve savunacağız. Bugün Cumhuriyeti salt savunmanın dahi ancak demokratikleşme ile mümkün olduğunu kavramalıyız. Adaletsizlik krizinin aşılması da mesleğimizin sorunlarının gerçek manasıyla çözülmeye başlanması da Demokratik Cumhuriyet hedefiyle mümkündür.
'CUMHURİYETİMİZİ EL BİRLİĞİ İLE DEMOKRATİKLEŞTİRECEĞİZ'
Bugün, bu tarihsel dönemeçte eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve adalet müştereğinde buluşanların ayrımlarını değil, tüm renklerini koruyarak ortaklıklarını öne çıkartması gerekiyor. Dilimiz, inancımız, etnik kökenimiz ve belki dünya görüşümüz farklı olabilir ama bu farklılıklar hukukun kalan her zerresini dahi tasfiye etmeye çalışan istibdadı omuz omuza aşmamıza engel değildir. Ya çoğulcu bir demokrasi yolunda ilerleyeceğiz ya da çağdaş anlamda avukatlıktan dahi söz edemeyeceğimiz bu adaletsizlik, bu karanlık zifiri bir kıvam tutturacak. Ülkemiz keskin bir dönemeçte. Ya bu istibdat karanlığı zifiri bir hal alacak ya da memleketimiz kapsamlı bir demokratikleşme yoluna girecek ve Cumhuriyetimizi el birliği ile demokratikleştireceğiz. Biliyorum ve inanıyorum ki başaracağız, birlikte mücadele edecek, birlikte kazanacağız.