Bir ülkenin “büyüklüğü”, iktisadi ve istatistiki verilerle, fiziksel varlıklarla, yani en uzun köprü, en yüksek bina, en büyük havalimanı, en kalabalık şehirler vs. ile değil, medeniyet seviyesi ile ölçülür.
Medeniyet de, o ülkede demokrasinin seviyesi ve dolayısıyla hukukun üstünlüğü ile doğru orantılıdır.
Ülkemizde, rejime muhalif herkesin özellikle hukuk, adalet ve dolayısıyla demokrasiye vurgu yapmasının nedeni de budur. Bu toprakların tarihinde yapılmış, (zaman zaman arızalı da olsa) iyi kötü çağdaş metin ve örneklerden yararlanılarak yapılmış tüm anayasalarda bolca vurgu yapılmasına rağmen, uygulamada siyasallaştırılan hukuk ve ayaklar altına alınmış adalet, maalesef gelişmişlik seviyemizi “Eksi Seviyelere” taşımıştır.
O yüzden de bu topraklarda eğer “Hukuk ve Adalet”ten söz edecek olursak, içimiz kan ağlayarak, ancak “Eksi Hukuk” ve “Eksi Adalet”ten söz edilebilir.
Bugün Gezi Direnişi Davası’nda aldıkları cezalardan dolayı tutsak olan arkadaşlarımızın 100’ncü tutukluluk günü.
Mücella Yapıcı, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater, Mine Özerdem ve Hakan Altınay, tam 100 gündür hukuksuz yere demir parmaklıklar ardında tutulmakta ve haklarındaki hükmün kesinleşmesini orada beklemelerinin gerekçesi de kimse tarafından izah edilememektedir.
Bir dönemin “FETÖ Hukuku” mantığı ve esprisi ile hazırlanmış iddiamelerle 9 yıl süren ve iki kez beraatla sonuçlanmasına rağmen, bir “inat uğruna” verildiği besbelli bir hükümle 18’er yıl hapisle noktalanan yargılama sürecinin sonunda hapse tıkılan arkadaşlarımız, 100’üncü tutsak günlerinde 100 soru kaleme aldılar.
Bu 100 soru içinde, hukuksal ayıplara, yani ülkenin “Eksi Hukuk ve Eksi Adalet” olgusuna yapılan vurguların yanısıra, hepimizin, ama özellikle de bu ülkeyi yönetenlerin yataklarında uykularını kaçırması gereken sorular da var.
Mesela Mücella Yapıcı: “Bugün ülkeye hakim kılınan hukuk sistemi ile yargılanmayı ister miydiniz?” diye soruyor. “Değerli yurtseverler, demokratlar, sosyalistler, sosyal demokratlar, bir araya gelebilmek ve insan hakları için siyasi bir “GEZİ”yi inşa edebilmek için hapishanelerde toplanmayı mı bekliyorsunuz?” diyor.
Mesela Can Atalay: “Haksızlık karşısında nasıl/ne kadar sakin kalabiliyorsunuz?” diye sormuş. “Ana baba evinde ne zaman deliksiz bir uyku çekeceğini” de merak eden sevgili Can, “18 yıl bizde tutukluluk gerekçesi, 16 yıl Berkin’in katilinde neden tutuk gerekçesi değil?” diye sormayı da ihmal etmiyor. “Burasının bir gün dahi fazla olduğunu akılda tutarak 100 gün ne kadar sürer?” diyor.
Mesela Tayfun Kahraman: “Canım kızım Vera’ya, babasının neden eve gelmediğini anlatabilir misiniz? ‘Baba işin ne zaman bitecek’ sorusuna gözlerinin içine bakarak bir cevap verebilir misiniz?” derken haksız mı? “Anne, babam beni öpsün sarılsın” dediğinde boğazı dügümlenen Meriç’e bir tavsiyeniz var mı? 69 yaşındaki annemin 72 yaşındaki babamın yüzüne bakmaya, adaletten bahsetmeye cesaretiniz var mı?” sorusu karşısında, aslında hepimizin “yastıkları geceleri yüzümüze diken gibi batmasın” mı?
Mesela Çiğdem Mater: “Neden 100 gündür sığamadığım bir yatakta yatıyorum?” diye sormuş. Boyunun 1.75 olduğunu ekliyor. Yani basketbolcu boyunda filan da değil Çiğdem. Ama, infaz koruma memurlarının sorunlarını da unutmuyor. “Onlar da neden insanlık dışı şartlarda çalışıyor” diye sormayı ihmal etmiyor. “Neden (değerli bir meslektaşımız olan) sevgilimin 50’nci yaşgününü kaçırdım?” derken, hepimizin boğazı düğümlenmesin mi?
Arkadaşlarımızın (arkadaşlar, çünkü çoğunu ya şahsen tanıyorum, ya da Gezi Yoldaşlığı üzerinden böyle bir sıfatı kullanıyorum) bu ve benzeri 100 sorusunu okurken, ülkede hukukun ve adaletin nasıl ayaklar altına alındığını ve siyasi saiklerle iğdiş edildiğini bir kez daha hatırlıyoruz.
Bu sabah gazete – TV haberlerine bakarken, buna dair belki de yüzlerce örnekle karşılaşmadık mı?
Mesela, Prof. Dr. Esin Şenol’a yönelik suikast planları yaptığını utanmadan açıkça ilan eden bir teröristin, savcılığa çağrılıp bir iki sorudan sonra serbest bırakıldığını ve şu an aramızda dolaştığını bilmek hepinizin tüylerini diken diken etmiyor mu?
Attığı bir tweet’ten, paylaştığı bir atasözünden dolayı evi şafak vakti basılan, (Örn. Gazeteci Sedef Kabaş) cezaevinde haftalarca aylarca süründürülen insanlara, bu “Potansiyel Katile” yapılan ayrıcalıklı muameleyi nasıl izah edebilirsiniz?
Çekmeköy’de ağaçlarına, parklarına sahip çıkmaktan başka hiçbir suçları(!) olmayan insanların tekme tokat, yerlerde sürüklenerek içeri tıkılması, hangi vicdana, hangi hukuka, hangi adalete sığar?
Ömür boyu çalışıp didinip, kamuda bir mütevazı iş bulmak için sınavda ter döken insanların, sınav çıkışında “Soruların birilerine önceden servis edildiği izlenimi” veren çirkin gerçeklerle karşılaşmasını hangi adalet anlayışı ile bağdaştırabilirsiniz?
Sayıştay Savcılığı’na, yani devletin en önemli denetim organlarından birinin en kritik mevkiine, iktidar partisinden aday adayı olmuş birinin atanmasını hangi “Hukuki norm” ve ahlak anlayışı ile açıklayabilirsiniz?
Hukuk ve adaletin olmadığı topraklarda demokrasi çiçeği asla bitmez. O topraklar kurur ve daha da bereketsiz hale gelir. Bir daha oradan “ürün alınması” da, giderek daha da güçleşir.
Bu ülkenin insanları bunu asla haketmiyor.
İşte, tam da bu yüzden bugünkü rejimin bir an önce değişmesi, bu rejimi tesis eden iktidarın da bir an önce işbaşından gitmesi gerekiyor.
Sandık!
Hemen şimdi!