Bir motorlu araç düşünün.
Motosiklet, otomobil, kamyonet, kamyon, TIR, gemi, uçak vs.
"Yolcu" statüsündeki insanların, seyir halinde iken ne yaptıkları ve nasıl bir ruh hali içinde oldukları o kadar da önemli değildir.
Ama "direksiyonda/dümende/kokpitte" olanların, geri kalan insanlardan farklı olarak, sakin, aklı başında ve ne yaptığını bilen bir ruh halinde olmaları şarttır. Bütün duyuları sağlıklı ve iyi işler durumda, beyni tıkır tıkır çalışır, ağzından çıkanı kulağı iyi duyacak ve algılayacak derecede bilinç düzeyi yerinde olmalıdır.
Aksi takdirde yapacakları en ufak bir hata, hem kendilerinin hem de hayatları onlara emanet edilmiş diğer insanların (ve tüm canlıların) esenliği ve güvenliğini riske sokabilir.
Bugün ülkeyi yönetenlerin, ya da yönettiğini zannedip aslında "savrum savrum savrulanların" içinde bulundukları durum tam da budur.
Geçen 20 yılın her bir gününde ve dakikasında yaptıkları hataların ağırlığı ve vahim sonuçları altında ezilmişliğin verdiği bir ruh hali ile, hem ne yaptıklarını ve yapacaklarını bilmez bir halde, hem de bunun panik ve telaşı ile agresif ve etrafı kırıp dökmeye eğilimli bir tavır içindeler.
TBMM'deki bütçe görüşmeleri sırasında, geçen hafta sonuna doğru İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun, neredeyse komisyon salonunda uçuşan sineklere bile küfür eder bir görüntü içinde olmasını buna bağlamak lazımdır.
Ülkede asayiş ve güvenlikten birinci derece sorumlu bir bakanın, bırakınız kendisine yönelik olarak konuşanları sükunetle dinleyip not almayı, söylenen hiçbir sözü dinlemeden sürekli olarak bağırıp küfür ve hakaretler yağdıran tavrı, başka nasıl izah edilebilir?
Sokaklardaki taşlı sopalı kavgalarda bile kullanılmayacak sözleri, meclisin seçilmiş milletvekillerine, yani milli iradenin temsilcilerine hitaben kullanmak, "direksiyon mahallinin sürücülerinden birine" hiç de yakışmayan bir tavır değil midir?
Ama, Soylu'nun "sicil amiri şahsın" hiç vazgeçmediği üslubu ve her ağzını açtığında muhaliflere dönük olarak sarfettiği sözler hatırlandığında, zerre kadar sürpriz sayılmıyor bu yaptıkları
Peki ya, daha dün yani salı günü yine TBMM çatısı altında bir başka bakanın, bu kez Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar'ın sarfettiği ifadelere ne demeli?
İYİ Partili İzmir Milletvekili Aytun Çıray'ın yaptığı haklı bir hatırlatmaya mukabele ederken, ağzından köpükler saçarcasına bas bas bağıran ve hakaret eden bir adamın, bu ülkenin güvenliğinin emanet edildiği ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin tüm silahlarının tetiklerine basma selahiyetine sahip olduğunu düşündükçe insanın uykusu kaçıyor.
Bu ruh hali içindeki biri sağlıklı askeri ve stratejik kararlar alabilir mi?
Binlerce ton füzenin, roketin ve merminin emanet edildiği bir şahıstır emekli general Akar.
Bu emekli askerin sarfettiği ifadeler ve kullandığı üsluba bakınca, insan, haklı olarak iktidardaki siyasi kadroların yıllardır savunduğu bir ilkeyi hatırlıyor. Ne diyorlardı?
Eski ya da emekli askerler, sandıktan oylarla çıkmış, yani seçilmiş siyasetçiye "destur" çekemez. Bürokrat ya da eski bürokrat hele ki üniformalı şahıslar, Devlet'in hizmetinde, en önemlisi de Milli İrade Temsilcisi milletvekillerinin karşısında "hesap soran değil, hesap veren bir konumda olduklarını unutmamalıdırlar.
O zaman, bugün "atanmış bakan" konumundaki eski asker Hulusi Akar'ın, bir milletvekiline küfürlü kafirli hitaplarla, avazı çıktığı kadar bağırmasına ne diyeceksiniz?
Bu ne hadsizlik? Bu ne terbiyesizlik? Bu ne kepazeliktir?
Bunu nasıl izah edeceksiniz?
Üstelik bu şahıs, İzmir Milletvekili Sayın Çıray'ın hatırlattığı üzere "Askerimizin başına çuval geçiren bir ABD'li komutandan ödül almış" olduğu gerçeği (ayıbı) ile baş başa bir konumda iken. Yine aynı şahıs, 15 Temmuz gecesi darbeciler tarafından, kendi makamında esir alınmış ve hâlâ tam olarak izah edilememiş koşullarda serbest bırakılmış bir başarısız asker ise...
Aynı şahıs, bu konumu ve bu nitelikleri ortada iken, kendisine bu ülkenin tüm askerinin, silah ve mühimmatının teslim edilmesini hak etmekte midir? O da ayrı bir sorudur.
Buna rağmen, işine odaklanacak ve şu sırada kendisine emanet edilmiş yüzbinlerce askerimizin hayatına ve esenliğine odaklanacak yerde TBMM çatısı altında "muhalif siyasetçi azarlama" hakkını kendisinde nasıl bulmaktadır?
Aynı saatlerde bir başka "atanmış şahıs", terör saldırısında hayatını kaybetmiş gencecik bir öğretmenin aziz hatırasına hakaret etme hakkını kendisinde görmüştür.
Kimi kastediyorum?
Milli Eğitim Bakan Yardımcısı Osman Sezgin'i...
Gaziantep'e yönelik roket saldırısında, öğrencilerini korumaya çalışırken hayatını yitiren 22 yaşındaki öğretmen Ayşenur Alkan'ın cenazesinde ettiği lafa bakar mısınız?
(Mealen) "Öğretmenlik yaparken normal koşullarda ölseymiş, kimse onu pek bilmeyecekmiş... Şehit olduğu için yüce bir mertebeye erişmiş... Herkes onu tanıyormuş şimdi..."
Ağzından çıkanı kulağı duymayan bir küstah ve sevimsiz bürokrat portresi daha.
O öğretmeni övmenin, arkasından güzel iki çift laf etmenin aklı başında, doğru dürüst bir yolunu bulamayan insandan bakan yardımcısı yapmışlar.
Üstelik bu edepsizliği, ölen gencecik öğretmenin yakınlarının suratına karşı, onların en acılı anlarında yapıyor.
Türkiye bu kadrolarla yönetilmeyi hak etmiyor.
Türkiye bu kadroları işbaşına getiren irade ile yönetilmeyi hak etmiyor.
Türkiye, beceriksizliklerinin bir uzantısı olan "asabiyet sorunları" çeken bir "şahıs" ve onun yeteneksiz, beceriksiz, küstah, ağzı bozuk, asabi, hırçın, nobran elemanları tarafından daha fazla uçuruma doğru hızla yol almayı hak etmiyor.
Türkiye, bu "ne yaptığının ne söylediğinin, ağzından ne çıktığının farkında olmayan" kadrolardan bir an önce kurtulmayı özlüyor. Kurtulacağı günü bekliyor.
Seçimin bir an önce yapılması ve bu freni patlamış, tekeri dingilinden çıkmış, sürücüleri bilincini yitirmiş, hezeyanlarla sağa sola abuk sabuk sözler sarf eden, atar - giderle milleti asabını da bozan kadroların değişmesi gerekiyor.
Sandık önümüze gelende, bunu sakın unutmayın!
Geleceğimizle ve torunlarımızın geleceği ile ilgili vereceğimiz en hayati karar budur.
Unutmayın.