Gündem Bilim Teknoloji Spor Dünya Ekonomi Siyaset Sağlık Eğitim Kültür Sanat Magazin Yaşam Reklam Künye Gizlilik Sözleşmesi İletişim
Yazılım ve Tasarım: Bilgin Pro © 2024KRT TV Tüm Hakları Saklıdır

Çin Malı 6'lı Masa

A. Kutalmış Işık

Türk coğrafyasının en kadim, en ihtişamlı, en güzel şehirlerinden Semerkant; birkaç gün önce Şanghay İşbirliği Örgütü’nün 22. Devlet Başkanları Zirvesi’ne ev sahipliği yaptı. Türkiye’nin örgütün ‘diyalog ortağı’ ülkelerinden biri olması hasebiyle Sayın Cumhurbaşkanı da bu zirvenin katılımcıları arasındaki yerini aldı.

İktidar sempatizanı medya kalemşörlerince bu zirvede yakalanan bir kare, ‘muktedir lider’ portresi olarak takdim edildi. Söz konusu karede neşe ve coşkuyla bir şeyler anlatmakta olan Erdoğan’ın hemen yanında en yakın dostu olarak bildiğimiz Azerbaycan lideri Aliyev, karşısındaki koltukta sırasıyla Tacikistan lideri Rahman, Rusya lideri Putin, Belarus lideri Lukaşenko ve İran lideri Reisi oturuyordu.

Yandaş medyadan takip ettiğimize göre altı liderin masasında gözler Çin lideri Xi’yi de aramış. Masada onu görememenin elemi ve öte yandan da örgütün adındaki Şanghay’ın verdiği ilhamla masanın menşeinin Çin olduğunu varsayarak yazıya böyle bir isim vermeyi uygun gördüm. Dedim ki, bu demokratik iklimde o masa olsa olsa ya Çin malıdır veya Kuzey Kore’den ithal…

Lütfen, siz de düşünün; bu kare, size ne düşündürüyor? Sahiden de bu; sizin için de Erdoğan’ın pek muktedir bir lider olduğunun resmi mi? Veya yandaşların yorumundan bağımsız olarak bu kareye bakıp içinizden ‘diplomasi işte’ mi diyorsunuz?

İran Cumhurbaşkanı Reisi’nin Erdoğan’a ve hatta Türkiye’ye dair içinden geçenleri tahmin etmek hiç de güç değilken, yahut Putin’in kısa süre önce İdlib’de 34 Türk askerinin şehit edilmesi emrini verdiğini ve Erdoğan için “NATO’daki adamımız” ifadesini kullandığını bilirken bizim Cumhurbaşkanı’nın o masada bir muktedir lider olarak oturduğuna inanmak pek de içimden gelmiyor.

Peki, bu bir diplomasi manzarası mıdır? Bilemiyorum. Ama diplomasi, bizim için bizim tarafımızdan yaratılmış bir icat ise böyle bir şey olmamalı. Ruhum, yerde yatan cesedimden yükselsin de katilimle kahkahalar içinde koyu bir muhabbete ortak olsun istemezdim doğrusu.

***

Sayın Erdoğan bizim Ankara’daki Altılı Masa’yı beğenmiyor ama o masa, en azından fevkaladenin fevkinde yerli ve milli. Kemal Beylerin çevresine oturduğu masa, olsa olsa Kastamonu’dan gelmiştir. E haydi buna burun kıvırdınız, bu masanın işçiliğini beğenmediniz; peki, ‘made in PRC’ yazan masanın çevresinde önlerindeki yarı dolu şampanyaların da biraz tesiri altındaki birkaç diktatöre fıkra anlatmak mıydı maharetiniz?

Sayın Erdoğan kusura bakmasın ama o masanın bir ayağı Hong Kong’tan çalınan politik haklarsa, diğeri de Tibet’ten gasp edilen dini hürriyettir. Cumhurbaşkanı’nın kalbini kırıp hakkımda bir hakaret davası daha açmasını istemem ama Çin malı masanın üstündeki kadehler, soykırıma kurban edilen Doğu Türkistan Türkünün kanıyla dolup taşıyor. Kusura bakmasın, kalbi kırılmasın ama bizden de afiyet olsun dememizi beklemesin.

Karabağ’da 70’i aşkın şehit verdiğimiz gecenin sabahında o şehitlerin kanı ellerinde bulunan Putin’le beraber kahkahalara boğulan Aliyev, manzarayı daha da bir renklendiriyor. Renklendiriyor, renklendirmesine ama bizim işkembemiz böylesine geniş olamadı hiçbir zaman. Nispeten alaca bakıyoruz, herhalde bu dünyaya. O yüzdendir ki, bu gökkuşağı pek de ahenkli gelmiyor bizim gözümüze…

Sayın Cumhurbaşkanı, ‘keşke Esad da gelseydi’ demiş. Xi’yi arayan gözler, ondan arta kalan zamanlarda ‘başka diktatör yok mu’ diye aranmaya devam etmiş demek ki. Yalan yok, yakışırdı o masaya. Keşke gelseymiş. Neyse, ah u vah ile laf kalabalığı etmeyelim. Zaten üzerinde durmaya hacet yok; Sayın Erdoğan, kısmetse seneye emekli devlet adamı olarak Şam’ı ziyaret edip eski dostuyla hasret giderir.
Nihayetinde bu tablonun bendeki tezahürü, yukarıdaki satırlardan da anlaşılacağı üzere pek de yandaş kalemşörlerdekiyle benzeşmedi. Benim gözüm oradan ne bir diplomasi masası kesti ne de muktedir bir lider… Ne yazık ki, pek Sayın Cumhurbaşkanımızın diktatörler kulübünün yüzünde gülücükler açtırması benim göğüs kafesimin gururla dolmasına vesile olamadı.

Göğsüm kabarmadı, boynum eğildi.

Gurur değil, hicap ve mahcubiyet duydum.

Hatırıma vaat edilen parlak yarınlar değil, kanlı ve karanlık dün ile bugün düştü.

***

Hafız-ı Şirazî’nin hayli sevdiğim bir beyitinden yola çıkıp birkaç cümle daha ederek noktalayayım:

“Eger ân Turkî-i Şirâzî be-dest âred dil-i mârâ

Be-hâl-e hindûyeş bahşem Semerkand û Buhârârâ”

Yani der ki; “Eğer o Şirazlı Türk güzeli bize iltifat eder, aşkımızı kabul ederse, yanağındaki siyah bene Semerkant ile Buhara’yı bağışlarız”.

Ankara’da bir arkadaşım var, ailesi işgal altındaki Doğu Türkistan’da kurulan bir toplama kampında mahkûm. Çocukluğundan bahis açıldığında bana ‘Eskiden Çin bize bu kadar zulmedemezdi, Türkiye’den korkarlardı. Arada o kadar mesafe yokmuş da Türkiye, en ufak bir sorunda tepelerine binecekmiş gibi çekinirlerdi’ diye anlatmıştı.

Şimdi Türk’ün kanının şarap, canının meze edildiği masalarda ne endişe ne keder…

Şimdi öyle bir muktedir tablosu var ki karşımızda; Putin’in iltifatına, Rahman’ın yanağındaki siyah bene Semerkant’ı, Buhara’yı, Kaşgar’ı, Tebriz’i, Bahçesaray’ı bağışlıyor. Ne yazık…

***

Konudan bağımsız…

Aydınlanma nedir? En öz cümleyle insanı, insan doğasını ve insanın doğasını aracısız bir şekilde tanımak ve bilmektir. Asırlar evvel Kant, aynı soruya yanıt aradığı bir yazısında Horatius’a dek uzanarak ‘Sapere Aude’ diyordu. Yani ‘Bilmeye Cesaret Et’!

Türk Aydınlanması nedir? Kısa ve öz ifadeyle cumhuriyettir. Devletimizin eskiyen rejimini döneminin aydınlarından aldığı ilham ve feyizle tarihin tozlu raflarına kaldırarak Türk’e hak ettiğini veren ve cumhuriyet rejiminin tesis edilmesine öncülük eden Mustafa Kemal, o nedenle Atatürk’tür. O, Türk cesaretinin en muhkem bir timsalidir.

Milletimizin emperyalizme ve onun en elverişli maşası olan irticaya karşı verdiği uzlaşmasız mücadeleye milli bir renk veren Gazi Kemal, metafiziğe karşı rasyonalitenin çelişkisi noktasında kaçınılmaz muvaffakiyetin aklın yolundan geçtiğini biliyordu. Ve yine o nedenledir ki; “Türk inkılabının amacı; eskimiş, yaşam gücü sönmüş temellere dayanan Doğu milletleri sınıfından çıkarak, hayatını çağdaş esaslar üzerine kuran, medeni bir Batı milleti olmanın gereklerini yerine getirmektir” diyordu.