Gündem Bilim Teknoloji Spor Dünya Ekonomi Siyaset Sağlık Eğitim Kültür Sanat Magazin Yaşam Reklam Künye Gizlilik Sözleşmesi İletişim
Yazılım ve Tasarım: Bilgin Pro © 2024KRT TV Tüm Hakları Saklıdır

Bursa Nilüfer Belediyesi'nden ihtişamlı sergi: Yukarı Bak, Sınırlı Coğrafyanın Yıldızlı Ufukları

Bursa Nilüfer Belediyesi’nin, 14 Mayıs’ta başlayıp 31 Temmuz’a dek 6 farklı mekanda devam edecek "Yukarı Bak, Sınırlı Coğrafyanın Yıldızlı Ufukları” adlı sergisi meraklılarıyla buluştu.

Her mekânın kendi içinde bir sergi olarak kurgulandığı "Yukarı Bak, Sınırlı Coğrafyanın Yıldızlı Ufukları”, şehrin kültürel kimliği, tarihi, dönüşümü ve geleceği ile diyaloğa geçen lokasyonlarda mekân ve sanat arasında güçlü ilişkiler kurmasıyla dikkat çekiyor. Yazarlarımızdan Anıl Kurtuldu küratör Yekhan Pınarlıgil ile bir araya gelerek sergi kapsamında merak ettiklerini sordu.

Politik temalı sergilerde pozitif perspektiflerle karşılaşmıyoruz genelde. "Yukarı Bak, Sınırlı Coğrafyanın Yıldızlı Ufukları” pozitif ve umut dolu tavrıyla benzerlerinden ayrılıyor. Bu bakış açısını kurgularken nelere dikkat ettiniz?

Evet, gerçekten de politik temalı ya da sosyo-politik sorunsallar etrafında kurgulanmış sergiler genellikle ciddi ve ağır bir tutum izliyorlar. Birçok nedeni vardır mutlaka ancak esas olarak içinde yaşadığımız ataerkil toplumların ciddiyet ve ağırbaşlılığı değerli kabul etmesinden, erilliği temsil eden bu tutumların saygı görmesinden kaynaklı diye düşünüyorum. Yani kabul görmek için hükmedenin davranış şeklini benimsemek gerekiyor ki bu eleştiri amaçlayan sergi ve etkinlikler için ciddi bir diyalektik sorun teşkil ediyor. Karşısında durmak istediğiniz, eleştirip değiştirmek, dönüştürmek istediğiniz iktidarın metotlarını taklit ederek söylem oluşturuyorsunuz zira bu çerçevenin dışına çıktığınızda sözünüz dinlenmez, duyulmaz oluyor adeta.

Nilüfer Belediyesi’nin gerçekleştirmeyi istediği, birlikte yaşamanın farklı şekillerini düşünmeye çalıştığımız bu sergiyi hazırlamaya başladığımda karşımda bu sorun vardı. Yani üzerimizde kurulmuş kontrolü ve baskıyı eleştirmek sadece ciddi ve ağırbaşlı bir tutum izleyerek mümkün olur gibi duruyordu. Ancak bu derece önemli konuları tartışmak için baskıyı kuranın metodunu, tarzını taklit etmek çok da doğru gelmiyordu. Dolayısıyla bu sergiyi yapmak ve tahakkümü eleştirmek için öncelikle bu somurtkan ve sözde ağırbaşlı tutumu değiştirmek gerektiğini düşündüm. Katı ve hareketsiz, sözde stabil olmaktansa, özgür davranarak, şimdiye kadar hafif ve değersiz kabul edilen hareketleri silah olarak kullanmak daha doğru geldi bana. Düz ve sert olmaktansa, yuvarlak ve yumuşak olmayı, değişmez olmaktansa dönüşebilir olmayı, siyah ve karanlıktansa renk ve ışıltıyı, oturaklı davranmaktansa dansı ve kıvraklığı, sessiz kalmaktansa müziği ve çığlığı kullanarak serginin kurgusunu oluşturdum.

27 sanatçılı bir sergi kendi içinde adeta bir bienal gibi. Altı farklı mekâna yayılan sanatçıların birbirleri ve mekanlar arasındaki diyaloglarını nasıl kurguladınız?

Ben küratöryel yaklaşımı sanat üretiminden çok uzakta görmüyorum, bir kurgu oluşturmak gibi bence, aynen bir sinema filmi yapmak, kitap yazmak ya da tiyatro oyunu sahnelemek gibi… Basit ya da derin, kısa ya da uzun, çetrefil ya da sade, söylenecek bir söz var. Amaç onu en doğru, en yaratıcı şekilde söyleyebilmek, eserlerin ruhuna zarar vermeden onları diğerleriyle bir araya getirmek, birbirlerine eklemleyerek bir bütün oluşturmak, her eserin getirisini, çıkardığı sesi, tınısını, baktığı açıyı, tonunu, gücünü bilerek…

"Yukarı Bak"ta 27 sanatçıdan 150’nin üzerinde eser altı farklı mekânda sergileniyor. Her mekânda kendi içinde tutarlı ayrı bir sergi yer alıyor, fakat hep birlikte "Yukarı Bak, Sınırlı Coğrafyanın Yıldızlı Ufukları" başlığı altında toplanıp genel söylemi oluşturuyorlar. Her sergi üzerinde çalıştığımız sorunsala farklı bir yerden yaklaşıyor. Katılan sanatçıların eserleri tek bir mekânda ya da farklı bir kaç mekânda, kurguya eklemlenmeleri doğrultusunda yer alabiliyorlar.

Genel söylemin yanında, onu destekleyen, söylemi açan, zenginleştiren, farklı katmanlarda, beliren ve "Yukarı Bak"ı transversal biçimde kesen, altı sergiyi adeta birbirlerine bağlayan bazı sorunsallar var. Örneğin beden ve kontrolü, daha doğrusu bedenin kontrolden kurtuluşu, ki sanırım bu dehşet büyük bir alan ya da soru, bütün mekânlarda beliriyor. Daha biçimsel bir endişe, şiir! Birçok eser bize şiir okuyor, şiirle birlikte geliyor. Aynı şekilde kumaş ve dikiş, bir yandan uçuculuğu fısıldıyorlar, yaşamın bu kadar da ciddiye alınmamasını plastik malzemeyle anlatıyor ama diğer yandan da iğne aracılığıyla iz bırakmayı, beden ve hafızasını sorguluyorlar… Ve bu alt-yaklaşımlar kavramsal çerçeveye uyumlu bir şekilde, onu çeşitlendiriyor, farklı yerlerden "çözümler" ya da öneriler getiriyorlar.

Bursa’da güncel sanat hareketlenmeye başlıyor gibi. Bu sergi yerel halk ile nasıl bir iletişim kurmayı hedefliyor?

Esasında Nilüfer Belediyesi son yıllarda güncel sanat alanında düzenli olarak etkinlikler gerçekleştiriyor. Mesela Nazim Hikmet Kültür Merkezi’ndeki sergileri ya da pandemi döneminde ilgiyle izlenen seminer ve atölyeleri hatırlayalım. Ancak tabii ki şehrin nüfusu ve imkânlarıyla bağlantılı olarak düşündüğümüzde bu etkinlikler maalesef çok mütevazi kalıyorlardı. Ama "Yukarı Bak" sanırım bir dönüm noktası. Farklı mekânlara yayılarak şehrin farklı sosyal kesimlerine hitap ediyor. Örneğin serginin en can alıcı noktalarından bir tanesi Pancar Deposu şehrin oldukça eski mahallelerinden birinde bulunuyor, ancak Meteor / Balat Kültürevi tam tersine Nilüfer'in refah düzeyi yüksek bölgelerinde. Bunlara turistik açıdan önemli ama yerel halkın çok da merkezdeki etkinliklerle karşılaşmadığı Misi ve Gölyazı gibi köylerdeki sergiler ekleniyor. Yani anladığım kadarıyla artık insanların sanata gelmesini değil sanatın insanlara gitmesini destekleyen bir kültür politikasi izliyorlar.

Bu zamana kadar Bursa’nın İstanbul’a yakınlığı avantaj gibi gözüküyor ama bir engel olarak karşımıza çıkıyordu. Nasılsa bir kaç saat ötede sanata dair "zengin" bir sahne bulmak, sergiler görmek mümkün, o zaman neden bunu daha da yakında arayalım düşüncesi sanırım vardı, varmış. Ancak bu tabii ki belirli bir zümre için, kolaylıkla İstanbul’a gidebilen, maddi açıdan rahat bir sınıf için geçerli bir düşünce. Daha kendi hâlinde yaşayan kesimler ve mesela öğrenciler bu uzaklıktan muzdaripler. Ben önümüzdeki yıllarda bunun değişeceğini ve çağdaş sanata dair imkânların artırılacağını umuyorum. Ve tabii bu noktada geçtiğimiz aylarda açılan İmalathane adlı galeri de umut verici bir atılım.

Aslında bu altı mekânın her biri bir yandan kendi içinde temalara ve yerleşimlere sahip birer sergi. Her birinin birer başlığı dahi var. Ancak hepsi “Yukarı Bak, Sınırlı Coğrafyanın Yıldızlı Ufukları” ana başlığı altında bir araya geliyor. Bu başlık nereden çıktı, ne anlatıyor?

Serginin çıkış noktası Boğaziçi Üniversitesi ögrencilerinin gerçekleştirdikleri, gerçekleştirmeyi denedikleri bir başkaldırı hareketi esasında. Politik yankıları bir yana bu hareket içinde sanırım dünya üzerinde yaşayan her insanın anlayabileceği bir özgürlük isteği içeriyor. Kontrol altına alınmak istenen bireyler, onlardan beklenen sorgusuz boyun eğmeye hayır diyorlar. Aynı zamanda yukarı bakmak, başını yukarı çevirmek bana aynı derecede özgürleştirici başka hareketler de çağrıştırdı. Örneğin gökyüzünün hâlâ gece görülebilir olduğu cografyalarda başınızı yukarı kaldırdığınızda gördüğünüz muazzam boşluk ve yıldızlı, ışıltılı derin karanlık. Kesinlikle bir başdönmesi, bir kaybolma, aynı zamanda kendini bırakma, kontrolden kurtulma hissi. Bu hissi yaşayabileceğimiz bölgeler çok kısıtlı, Nilüfer’in de sanata verdiği imkân dolayısıyla aynı başdönmesini yaşayabileceğimiz bir yer olduğunu düşünerek biraz da bu başlığı seçtim.

Kesinlikle naif bir yaklaşım belki ama sanat benim için yeni yaşam alanları keşfetmek, normalleştirilmiş, kontrol altındaki semalardan kurtulmak için imkân sağlayan kuralsız bir mekanizma… Bunun işleyebileceği sınırlı cografyaların ışıltılı, renkli, ritimli ufuklarını arıyorum.

Sergideki eserlerin ortak noktası kalıpları yıkan, iktidarı sorgulayan, özgürlük alanları açmayı hedefleyen üretimler olması. Sizce sanatta politik yaklaşım ne kadar mümkün?

Esasında biraz önce söylediklerim sanırım bu soruya cevap oluyorlar. Sanat şimdiye kadar hakir gördüğümüz ataerkil tahakkümün küçük gördüğü ama yaşam için elzem olan kahkaha gibi, dans etmek ya da baş dönmesi gibi hareketlere imkân vermesi bakımından bence içsel bir politik güce sahip. Kelimenin özüne de dönersek, politika dediğimiz zaten öznelliklerin çeşitlilikleriyle bir arada yaşama yollarını bulmak demek değil mi? Bu soruya politikacılardan, ya da kendilerini doğrunun temsilcisi ilan etmiş çığırtkan bilginlerden çok daha etkili cevaplar getiriyor sanat.

Beden de bu sergi için önemli bir diğer nokta. Sergi “bedenin özgür olmadığı yerde zihin de özgür olamaz” fikrinden hareket ediyor. Bu cümleyi açabilir misiniz?

Açıkçası son derece amatör bir şekilde, hatta belki de beceriksizce "En azından bir kere dans etmediğimiz her günü yitirilmiş; hiç olmazsa bir kahkahanın eşlik etmediği her hakikati sahte saymalıyız" diyen Nietzsche’den etkileniyorum. Beden kişiye özel, sadece ona ait, hiç bir şekilde başkasının hükmüne bırakılmaması gereken bir alan. Kendi bedenimle ilgili olarak sadece kendim karar vermeliyim. Toplum olsun, okul olsun, din olsun ya da aile olsun başkalarının tahakkümüne girmek, bedeninin şeklini, hareketlerini ve görülebilir/görünmez olma seçeneklerini bir başkasına bırakmak kendinden uzaklaşmak olarak geliyor bana. (Ki serginin metinlerinde göreceksiniz, Yukarı Bak’ı biraz da kendine doğru bir yolculuk olarak tanımlıyorum) Zihinsel bir özgürlük tabii ki yaşam için son derece önemli, son derece elzem bir hak, ancak bedenin özgür olmadığı bir cografyada zihnen özgür olmak çok da bir şey ifade etmiyor benim için.

Sergi şehrin kültürel kimliği, tarihi, dönüşümü ve geleceği ile diyaloğa geçen lokasyonlara yayılıyor. Sizin için önemli olan birkaç duraktan bize bahsedebilir misiniz?

Sanırım az önce biraz cevap vermiş oldum bu sorunuza: Pancar Deposu konumu itibariyle son derece ilginç bir mekân. Göç almış eski bir mahallede biraz da unutulmuş bir hangar. Metruk bir bina. Nilüfer Belediyesi orayı dönüştürmek ve lokal halkın katılımıyla işleyecek bir kültür evine çevirmek istiyor. Yani tozlu depoyla süper temiz bir kültür evi arasındaki boşluktan faydalanıp gerçekleştirdik oradaki sergiyi. Adı "Haz, Işıltı ve Kahkaha"! Orayı bir cümbüş, bir festival olarak kurguladık… Bölme yapmadık, boyamadık, "rehabilite" etmedik. Depoda bulduğumuz malzemeyle senografiyi gerçekleştirdik.

Ancak Tayfun Serttaş ve Canan’ın Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdikleri monografileri de unutmak istemiyorum her ikisi de biraz zaman vermeyi hak eden son derece büyük bir titizlikle kurgulanmış ve izleyicileri adeta bir masala davet ediyor.

Sergi açıldıktan sonra konuşma ve buluşmalara devam edeceksiniz sanırım. Planlarınız arasında neler var?

Evet sergi boyunca yerli ve yabancı sanatçıların da katılımıyla bir dizi sohbet gerçekleştirmek, sergi turları yapmak istiyoruz. Amaç bir şey öğretmek ya da bir bilgi transferi değil, birlikte konuşmak, mümkün olduğunca ciddiyetsiz, mümkün olduğunca samimi olarak, hata yapmaktan, yanlış kelimeleri kullanmaktan korkmadan konuşmak. Sanatçılar ve izleyiciler arasındaki bu diyalog bence özellikle Bursa’da çok büyük bir önem taşıyor.

Bir sergi yaptığınızda sadece iki belirli tarih arasında aktif kalmak ve hazırladığınız söylemin unutulması biraz sizi frustre ediyor. Biz bunun karşısında durmak için eylül ayından itibaren post-yukarıbak diye adlandırabileceğimiz, serginin ana sorunsallarını tartışan bir dizi konferans/atölye hazırlıyoruz.

Bir de kapanışta Biriken’le birlikte bir parti yapacağız, kendi hâlinde ama muhteşem, herkesin istediği gibi dans edebileceği, renkli ama siyahı da kabul eden harika bir parti. En uslu politikacının ya da en yaramaz yeni yetmenin katılabileceği bir parti. Serginin özeti, serginin son noktası, serginin vurgusu… Olmazsa olmazı.

SERGİNİN BROŞÜRÜNDE KULLANILAN METİN:

« Hayatlarımız sahte gerçeklerle dolu. Karanlıkla ciddiyeti, siyahla vakuru bir zannediyor, kaybolmuşlukla ışığı birbirine karıştırıyoruz. Devekuşları ordusu olarak dünyayı sarmış, milyarlarca çoğalmış, topluca başımızı kuma gömmüşüz, karanlıktan medet umuyor, koyu renklere bürünüp, can sıkıntısıyla, yorgun, hayatlarımızı düzene heba ediyoruz. Bedenlerimiz ağır, hareketlerimiz kati, kısıtlı, kontrollü...

Sergideki eserlerin her biri hafiflemek için, başını yerden kaldırmak ve nihayet yukarı bakmak için bir fırsat, karanlıktan gökyüzüne doğru çizilmiş bir yol. Samanyolunun içinde ya da gökkuşağında, ışıklar ve renkler arasında kaybolmak, ağırlıktan kurtularak derin bir nefes almak için bir davet. Yukarı bakmak ya da gökyüzünün derinliğine kendini bırakmak. Kendini bulmak için, biraz baş dönmesi, bir cesaret, biraz da kaybolmak elzem. Ağırlığı unutarak kalıplardan kurtulmak, normalleştirilmeye, sıradanlaştırılmaya, tektipleştirilmeye karşı durmak, öznelliğin çoğul hâlini, çeşitliliğini, farklılığını tanımak...

Kahkaha başını yukarı kaldırmanın en geçerli, en heyecanlı nedeni olsa gerek. Dünyayı yeniden düşünmek için yapılmış en asil hareket belki de boyun eğdirenlerin hükmüne gülüp geçmek, onları hicvin gücüyle, ironinin kıvraklığıyla etkisiz hâle getirmektir. Sergi, şimdiye kadar hafiflikle, ciddiyetsizlikle itham ettiğimiz ama yaşam için elzem hareketlerin, dansın, ritmin, şiirin ve kahkahanın otoriteyi derinden sarsan baş döndürücü gücünü göstermeyi, kendini çok önemli addeden hiyerarşinin zayıf noktalarını ortaya çıkararak, onun de ne derece kırılgan olduğunu anlatmayı hedefliyor.

Dünya üzerinde zamanın çok az olduğunu düşünüyorsak, bir an önce ağırlıklardan kurtularak kendine doğru seyahate başlamak gerek, belki dans ederek, ya da şöyle içten gelen, karın dolusu bir kahkahayla devekuşundan ankaya dönüşerek…"

İlginizi Çekebilir
SONRAKİ HABER