Futbolda her maçın ayrı bir öyküsü vardır.
İyi oynamaktan kötü oynamaktan söz etmiyorum. Sahada yazılan bir “öykü”den söz ediyorum.
Oyunu ve bu oyunun matematiğini, fiziğini, kimyasını, psikolojisini iyi bilen futbol adamları da bu gerçeğin farkında olarak hazırlanır, buna göre kadro yaparlar.
Hafta sonunda İnönü’de, Malatyaspor karşısında son 25 dakikayı 7 yerli 4 yabancı ile oynayan Sergen Yalçın, biraz da TFF’ye “Elimizi kolumuzu bağlıyorsunuz ama. Ben rahatladığımda da size böyle nazire yaparım işte” diyordu.
Şampiyonlar Ligi ise, bambaşka bir hikaye tabii.
Orada bir kısıtlama yok. İsterseniz 11 yabancı ile çıkabiliyorsunuz sahaya. Beşiktaş da öyle yaptı. İlk 11’de “Ersin + 10 yabancı” ile ağırladı Dortmund’u. Bu, biraz da “Süperlig’de kısıtlama olmasa, (sakatları hariç tutuyorum) benim kafamdaki ideal 11 budur” mesajıydı.
Alışılmadık sayıda hata yapan Atiba ve mevcut sisteme uzun bir süre sonra (Vida’nın yokluğunda) alışmaya çalışan Montero’nun tutukluğu hariç, Beşiktaş’ta işler, ilk yarı için oyun anlamında iyi gitti sayılır.
Çocuk oyunu değil, “Devler Arenası”ndan söz ediyoruz.
Bu kadro, Sergen Hoca’yı da utandırmadı. Maçın ilk 15 - 20 dakikasında, takımı adeta bir maestro gibi yöneten Miralem Pjanic ile birlikte sahanın her yerinde, maçın her anında Beşiktaş vardı.
O kadar hakimdi ki oyuna Karakartal, rakip takımın savunma hattında Manuel Akanji’nin akıllı yer tutmalarına takılmasa, skora da yansıyabilirdi. Dortmund’un oyun planı da az cook şekillenmeye başladı bu dakikalarda…
Beşiktaş’ı durdurup ileride Erling Haaland veya Duke Bellingham’a topu aktarmak ve hızlı kontr atakla sonuca gitmek.
Nitekim öyle de yaptılar ve ilk denemelerinde sağ kanattan sıfıra ve kaleye hızla inen Bellingham, basit ve cook da kuvvetli olmayan bir vuruşla, Ersin’in bacak arasından topu kaleye yolladığında kronometre 20’nci dakikayı gösteriyordu. Ben bu golü sadece Ersin’e yazarım. Kusura bakmasın. Bu topu o açıdan yemez kimse. Tecrübe eksikliği böyle birşey.
Beşiktaş’ın, o dakikaya kadar hücum organizasyonları, orta sahada akıllı yön değiştirmeleri ve özellikle de Souza, Miralem, Ghezzal ve Rosier’nin sade ve hızlı düşünen hareketleri, bu takımın “Şampiyonlar Ligi” seviyesine adapte olabilecek kalitede olduğunu gösterdi. Larin ve Batshuayi şanslı olabilseler, belki de ilk yarıda Karakartal, oyunu daha bir “güle oynaya” hale getirebilirdi.
Ama, ilk yarının bitimine saniyeler kala, taç atışından sonra Bellingham’ın neredeyse “yürüye yürüye” getirdiği topu Haaland’a verip boş kaleye adeta yuvarlaması, ağızların tadını kaçırdı. Öyle bir goldü ki bu, hani içimizden “30 saniye önce, kritik bir noktadan kullanılan frikikten yeseydiniz bu kadar üzülmezdik” dedirtti.
2-0’la içeri gitmek tabii ki 1-0 gitmekten 2 kat daha rahatsız edici bir durumdu. Şampiyonlar Ligi seviyesinde, “tırmanılması gereken dik bir yokuşu, iki kat dik hale getiren” bir skordu bu.
Bu iki gole ilave olarak, bir de ikinci yarıya 2 stoperinin (Welinton , Montero) 2 sarı kartı ile çıkacaksın.
Şampiyonlar Ligi böyle bir sahne. Büyükler boy ölçüşüyor. Dolayısıyla, en ufak bir hatanın “bedeli de büyük” akibin en ufak bir hatasından yararlanabilmenin “ödülü de büyük”.
Kimse kimseyi affetmiyor.
İkinci yarıda Sergen Yalçın’ın, biraz da zorunlu “Larin-Kenan ve Atiba – Salih” değişiklikleri, hem orta sahada hem de ileride “Yerli ve milli taze kan” takviyesi gibi gözükse de, kadro zenginliğini kullanabilmek açısından bu seviyede de olsa “arayış” anlamına geliyordu.
Montero’nun “son nefeste” gelen golü, yaralara ne kadar “merhem” sayılır bilemem. Ama en azından bu sofrada Beşiktaş’ın iştahını önümüzdeki maçlara taşıyabilecek bir sinyal olarak algılanabilir.
Sergen Yalçın ne diyordu maç öncesinde?
“İyi oyun önemli. Skor o kadar önemli değil. Bu düzeyde mücadele edebileceğimizi göstermemiz lazım”
Mücadele? Evet.
Ama, pisi pisine gelen o 2 gol de yenmese, belki “çok iyi bir başlangıç” bile sayılabilirdi.
Her nalükarda “daha yeni başlıyoruz”