İstanbul, doğup büyüdüğüm ve yetişkin hayatımın büyük bir kısmını geçirdiğm kent. İlkokul çağlarımda, “Türkiye’nin en büyük kenti” klişesi ile ezlerbediğimiz, sonralarda dünyanın en önemli metropollerinden biri, hattâ “Mega Kent” konumuna gelen bir dünya şehri.
Her büyük kent gibi, çok ciddi altyapı ve üstyapı sorunları olan ve “ben kendimi bildim bileli” bu sorunlarına tam olarak çözüm bulunamamış olan bir yerleşim birimi.
En büyük sorunu da; kontrolden çıkmış bir nüfus artışı ve buna bağlı olarak düzensiz, kanunsuz, başıbozuk, denetlenemez bir biçimde yapılaşma. Bu ağır soruna, bir de geçen 28 yılın 25’inde tamamen rantçı ve soyguncu – talancı – betoncu anlayışa dayalı bir yerel yönetime mahkûm edilmiş olması eklenince, sorunlar içinden çıkılamaz hale gelmiştir.
Altyapı sorunlarının sonuçlarını takvimin her gününde, hattâ günün her anında yaşıyoruz ama, en çarpıcı örneğini aşırı yağışlarda görmekteyiz. Ortalamanın biraz üzerinde yağmur düştüğünde, (ki, bunu olağan dışı boyutlarda seyreden iklim değişikliğine de borçluyuz) ciddi sıkıntılar yaşıyoruz ve yaşayacağız.
Evet. Geçmişe göre, biraz daha küçük boyutlarda yaşamaya başladığımız söylenebilir. Örnek vermek gerekirse, İstanbul’un Alibeyköy semtinde, on yıllar boyu yaşanan taşkınlar, Ayamama Deresi havalisi felaketi, Üsküdar – Kabataş – Beşiktaş gibi “denize sıfır meydanları” su basması ve geçmişte Üsküdar’da tanık olduğumuz “denizle karanın birleşmesi” rezaletlerini artık yaşamıyoruz. Çok şükür bunların aşılmasına neden olan çalışmalar ve yatırımlar yapılmış durumda.
Ancak, bu sabah da yaşandığı üzere, kentin pek çok noktası, aşırı yağışlarda “sıfır sorun” (Ne yani? Layık değil miyiz buna?) yaşamaktan, hâlâ çok uzakta.
Aklı başında herkesin, ama özellikle de şehir plancılarının ve mühendislerin, yani işinin temeli “bilim” olan insanların dillerinde tüy değil, adeta büyük sazlıklar, ormanlar bitti, aynı şeyi hatırlatmaktan.
Bir kentin nüfusunu ve alanını, yapılaşmasını bu boyutlara hiçbir denetim ve plan olmadan ulaştırırsanız, bunların yaşanması mukadderdir. Sırtına heybesini alanın, kamyonuna bohçasını - sandığını yüklenenin, nalburdan inşaat deposundan tuğlasını kiremitini, çimentosunu yüklenenin istediği yere istediği gibi yerleşim birimi oluşturmasına izin verirsek, onlara yol , su elektrik, gaz, otobüs seferi, eğitim ve sağlık hizmeti vererek sonra gelecekleri de (oy uğruna) teşvik edersek, bu kentte hiçbir sorunu çözemeyiz.
Kaçak yapılaşmayı adeta teşvik edercesine, yerel ve merkezi yönetimlerin buna oy uğruna göz yumması, bu kente yapılmış, yapılan ve yapılacak en ağır ihanet değil midir?
Normal miktarda bir yağmuru – karı bile nasıl kaldırdığına hayret ettiğimiz bu kentin alt yapısı, aşırı yağmura tabii ki dayanamaz. Denize 6 taraftan (evet, 6 taraftan – Haliç’i de sayarsanız 8 taraftan) kıyısı olan bir kentte, yağmurda o suyu akıtamıyorsak, ciddi bir sorunla, ciddi bir ihmalle (yılların birikimi) karşı karşıyayız demektir.
Bu sabah Sayın İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu AKOM’dan yaptığı açıklamada dinlerken, hep bunları düşündüm.
Meseleyi tabii ki, “İmamoğlu bu sefer görevinin başındaydı. Tatilde ya da bir özel yemekte yakalanmadı” düzeyinde tartışmanın hafifliği ile ele almayacağız.
Ama 2019’da devraldığı ve ağır ve tarihi enkazın giderilmesine çalıştığından bir kuşkumuz olmadığı gerçeğini de bir yana koyarak, İBB Başkanı’nın “Su baskınları” diyeceği yerlerde, “Su birikintileri” diye sorunu “küçük göstermeye” çalışmasını da yadırgadık.
“Birikinti” diye, insanların ayakları ile basabilecekleri “su toplanmasına” denir. Oysa ki, pek çok noktada ciddi su baskınları olmuş ve bunlar hayatı olumsuz etkilemiştir. Bir yerde otobüsün içinde neredeyse “dizine kadar suya batmış insanları” gördük. Demek ki, alt geçitlerde ya da alçak semtlerde hâlâ çözülmemiş sorunlar mevcut.
Ekrem İmamoğlu, geçen gün haklı olarak su kanallarını, mazgalları ve atık su boru hatlarını tıkayan etkenlerden söz ediyordu. Mesela, “Beton mikserini temizlerken o suyu kanalizasyon hatlarına akıtan ve adeta oralara beton döken” vandalları anlatıyordu. Sık sık uyarır belediye, özellikle suda çözülemeyecek plastik atıkları (poşet, pet şişe vb) bu kanallara veya mazgalları tıkayacak şekilde sokağa atmayın diye. Bir tek pet şişenin bile koca bir caddede neden olacağı tıkanmayı tarif etmek bile gereksiz.
Merkezi yönetimin, Türkiye’nin bu en büyük kentine, alt yapı sorunlarının giderilmesi, aslında en başta da kontrolsüz nüfus artışı ve yapılaşmanın önlenmesi için yapması gereken yardım ve yatırımı ihmal etmesi, hattâ “inadına kesmesi-engellemesi” de bir gerçek tabii.
Ama, İBB Başkanı İmamoğlu’nun bu sabahki konuşmasında kullandığı “Birikinti” sözcüğü, ve “insanlarımızı gerekmedikçe sokağa çıkmamaya çağırıyorum” sözleri de meselenin çözümüne hizmet etmiyor.
Sorunu hatırlatmak, yakınmak, eksikleri vurgulamak başka, küçümser bir izlenim veren ifadeler başkadır.
Yöneticileri ile sakinleri ile bu kente daha fazlya sahip çıkmak ve daha yaşanır hale getirmek hepimizin boyun borcudur. Zaten devasa sıkıntıları olan bu Mega Kente bir de milyonlarca (3 milyon? 5 milyon) sığınmacının girişine göz yummak, cinayet değil de nedir? O insanların nerede nasıl barındıklarını ve üst yapı sorunlarına (mesela çevreye özen gösterilmemesi vb.) nasıl katkıda bulunduklarını düşündükçe uykularımızın kaçması gerekir.
Bu arada, İBB’nin bugünkü (İmamoğlu) yönetimini bu ve benzeri konularda eleştirince, (aynı AKP iktidarı gibi) bazı (İmamoğlu’na yandaş) trollerin sosyal medyada hücumuna uğramak da, işin başka bir trajik yanı. Neymiş? “Muhalif belediyeyi eleştirmiyor demesinler diye boş yere” eleştiriyormuşuz.
Medyanın, herhangi bir partiye ya da başkana “aslı eleştirmemek kaydı ile angaje olması durumuna” ne dendiğini hatırlatmaya gerek yok.
Ekrem İmamoğlu’na 25 yıllık enkazın doğrultulması anlamında her türlü teşvik ve desteğin (merkezi iktidarın görevini saymıyorum bile) sadece medya değil tüm İstanbullular tarafından verilmesi gereği bir yana konulmalı.
Ama, hizmet verirken “eleştirilme yükümlülüğü” ve medya olarak bizim de yetersizlikleri ya da iletişim sorunlarını eleştirme hakkımız bâki kalmalıdır.