“‘Yoksa gene şairliğin mi tuttu?’ diye alay etti Beineberg.”
İnsanlar doğar ve büyümeyi bekler. Büyümeye yaklaştıkça, bu bekleyiş sonsuz gibi gelir. Sonsuza kadar bekleyeceğini hisseder. Bu sonsuzlukta sıkılır. Sıkılma halinde, genelde düşünceleriyle oyalanır. Bu düşünceler, büyüdüğünde karakterine yapışır.
Törless genç biri. Henüz lisede. Çokça düşünüyor ve bazen “şairliği tutuyor.” Pek çoğumuz, en azından bu yazıyı okumak için vakit ayıran insanlar, bu geçiş dönemini Törless gibi yaşadık. Hem de onu tanımadan. Cemal Süreya’nın “1944 yılında Dostoyevski’yi okudum. O gün bugün huzurum yoktur,” dediği noktadan geçtik. Yetişkinliğe yaklaştıkça, bize büyülü gelen düşüncelere merak saldık. Kitaplarda şahit olduğumuz buhranları, kendi buhranlarımızla özdeşleştirdik. Ve tıpkı Törless gibi, çevremizdeki Beineberg’lerle uğraştık.
İthaki Yayınları etiketiyle okurla buluşan Genç Törless’in Buhranları, Robert Musil’in ilk romanı. Kişisel deneyimlere dayalı bir yetişkinliğe geçiş hikayesi. Musil, henüz 25 yaşındayken ne kadar usta bir anlatıcı olduğunu göz önüne seriyor bu romanıyla. Buhranlar, içsel çelişkiler, kolaylıkla kimseyi ilgilendirmeyecek bir günlük metnine dönüşebilecek tehlikeli alanlardır. Doğru dozu yakalamak, bu tarz metinlerin en büyük sınavıdır. Musil’i övmek bana kalmamıştır tabii ama yine de genç yaşında tutturduğu bu ayarı takdir etmek isterim. Başından sonuna bütün olan ve parçalanamayacak bir klasik anlatı inşa ediyor Musil bu romanda. Her birimizin lisedeyken okuyup etkileneceği, kendimizi ana karakteriyle özdeşleştireceği ve yıllar sonra, bir yetişkin olarak okuduğunda bambaşka boyutlarıyla takdir edeceği bir roman. İsmi onlar kadar meşhur olmasa da, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı ya da Kafka’nın Dönüşüm’ünün yanına rahatlıkla koyulabilir.
Roman sanatının temel unsurlarından biri “seçilmiş anlar”dır. Bir hikayeyi ya da bir karakteri, her anıyla anlatmak mümkün değildir çünkü. Zaman yönetimi bu noktada kritiktir. Musil, zamanı ustaca, ders olarak okutulacak nitelikte kullanıyor bu romanında. Metin, tren istasyonunun tasviriyle başlıyor. Atmosfer yaratılıyor ve okur yavaş yavaş içeri çekiliyor.
“Rusya’ya kadar uzanan demiryolunun kenarında küçük bir istasyon. Geniş yoldaki sarı çakıllar üzerine döşenmiş olan dört demir ray, birbirine paralel olarak her iki yönde sonsuzluğa doğru uzayıp gidiyor; her iki tarafta kirli, siyah birer şerit, lokomotiften çıkıp çevreye yayılan dumanın yere vurmuş gölgesi gibi toprağa kazınmış sanki.”
Tren istasyonu, yaklaşık üç sayfa boyunca anlatılıyor ve hiçbir şey olmuyor. Bu istasyonun, küçük bir kasabadaki dini eğitim veren yatılı okulun yakınlarında olduğunu öğreniyoruz. Saray nazırı Bay Törless ve Bayan Törless, oğullarıyla vedalaşıyor. Buraya kadar her şey feci derecede yavaş. Dünyayı, atmosferi tanıyoruz. Ardından yumuşacık bir geçişle Genç Törless’in okulda yaşadıklarını öğrenmeye başlıyoruz. Yaşadığı birtakım olaylar, duygusallıkları ve buhranları. Birkaç paragrafta, aylarca süren bir dönemi okuyoruz. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Tıpkı Törless gibi. Törless’e yaşarken bir anda olup bitmiş gibi gelen her şeyi, biz de çabucak görüp geçiyoruz. Ona bir şeyler hissettiren, zihninde yer tutan kısacık an parçacıklarını ise sayfalar boyu görüyor, onunla birlikte yaşıyoruz. Gerçek dünyanın zamanından kopup, Törless’in zamanına ayak uyduruyoruz. Törless’in dünyası, dünyamız oluyor. Dünya, kocaman bir yatılı okula dönüşüyor. Tüm hiyerarşisi, kuralları ve zorbalıklarıyla birlikte.
Törless okulda vakit geçirir, sık sık düşüncelere dalar. Bazı arkadaşlar edinir ve onlardan kopar. Sonra başka iki arkadaş edinir. Cinsellikle tanışır belli belirsiz. Hissettiği şeyleri neden hissettiğini anlamlandırmaya çalışır. Cinsel gerilim canını sıkar. Okul arkadaşı Beineberg’in ellerini uzun uzun inceler ve bu eller ona “edepsiz” gelir. Beineberg ve Reiting, hırsızlık yaptığı gerekçesiyle Basini’ye işkence ederken Törless’in cinsel dürtüleri uyanır.
“Kendisine neler olduğunu anlayamıyordu. İlk anlardaki umursamazlığını üzerinden atıktan sonra, üç arkadaşının bulunduğu karanlığa kulak kabarttı. Oradan sadece elbiselerini bulmaya çalışan Basini’nin hafif inlemelerinden başka bir ses gelmiyordu. Törless bu inleme sesini duyunca içi rahatladı. Sırtında bir örümcek dolaşıyormuş gibi içi ürperdi. Sonra bu his kürek kemiklerinin arasına yerleşti ve sanki ince tırnaklı pençelerle kafa derisi geriye doğru çekiliyormuş gibi bir duygu bunun yerini aldı. Törless birdenbire cinsel dürtülerinin uyarılmış olduğunu fark etti. Fakat bu uyarının ne zaman başladığını saptayamadı sadece kendini yere bastırma ihtiyacını duyduğunu hatırladı. Bundan utanç duyarak, başına kan hücum ettiğini hissetti.”
Törless, yeni hislerle tanışır ve bu hisler onu utandırır. Arkadaşları onu utandırır. Onlardan farklı duyarlılıklara sahip olsa da, onların yanında olduğu için suçluluk duyar. Basini’den, bir hırsız olduğunu söylemesini ister. Beineberg ve Reiting de bu fikri onaylar.
“Beineberg ve Reiting keyiflenerek gülümsediler ve Törless’e, ‘Bunu iyi akıl ettin ufaklık!’ diyerek yeniden Basini’ye döndüler: ‘Şimdi de hemen diyeceksin ki: Ben bir hayvanım, hırsız hayvanın biriyim, sizin hayvanınızım, hırsız domuzun biriyim!’
Basini gözlerini yumarak, hiç ara vermeden onun sözlerini tekrarladı.
Törless gene karanlık köşesine çekilmişti. Bu sahneyi iğrenç bulmuş, arkadaşlarına bu fikri verdiği için utanmıştı.”
Törless’in temel çelişkisi bu kısacık anda yatar. Hem arkadaşlarının onayını almak ister, hem de onların iğrençliklerine zemin hazırladığı için utanır. Onlarla bir olmak ister fakat onların bu güç çekişmelerine ve stratejilerine anlam veremez. Dışarıda kalmak istemez fakat içeriyi de sevmez. Kendisini konumlandıracak bir yer bulamaz. Koca dünyaya sığamaz.
Onurhan Ersoy / ersoyonurhan@gmail.com