Ayça Ceylan'ın "Sesimizin gücüne inanmak" başlıklı yazısı şöyle:
Aynanın karşısına geçip, kendine tüm dikkatini vererek bakmanın güçlendirici olduğunu biliriz. Ancak sesimiz görme edimimiz kadar şanslı değildir. Bize sunulan yaşam böyledir, nihayetinde görüntüler evreninde, bir bireyiz diye düşünmeye meyledebiliriz. Şimdi sizden ricam, gözlerinizi kapatmanız ve yüksek sesle içinizden her ne geliyorsa söylemeniz. Bırakın içinizdeki fısıltılar dışa yönelsin ve yolculuğuna devam etsin. Her birimizin, içimize dolan hikâyeleri var. Hikâyeler yaşamaya devam edebilmek adına anlatılmak ister. Çocukken duyduğuma göre hikâye anlatıcılığı yaşam ağacına açılan yedi kapıdan biriymiş. Bu kadim bilginin etkisinin de payı olacak ki, hikâyeleriyle seslerini duyuranlara hayranlık duyarım. İyi ki var olmuşlar da dünyanın sesine ses katıp, çeşitliliğin harmonisini bizimle buluşturmuşlar.
Filistinli-Amerikalı yazar Etaf Rum İthaki Yayınları tarafından yayınlanan ve Arzu Altınanıt çevirisiyle Türkçeye kazandırılan “Kadının Sesi Yok” isimli ilk romanıyla okuyucusuna Filistin’den Amerika’ya uzanan çok sesli bir anlatı sunuyor. Kadınlık, Arap kültürü, göçmenlik, yersiz yurtsuzluk kavramlarını üç kuşağın birbiri ile temas halinde olan kadınları Deya, İsra ve Feride üzerinden aktaran roman, yer yer otobiyografinin sınırlarına da yaklaşıyor. İslam-Arap kültüründe, eve sıkıştırılan kadınlık halini suya sabuna dokunmadan değil de incelikle kurgulanmış kadın karakterler ile aktarmak büyük bir cesaret örneği. Etaf Rum’un, romanın sonunda okuyucuya olan mektubunda yazdığı, “Fakat kendime, korkudan ötürü sansür uygulamak, kendi dünyamın gerçeklerini yansıtmayan bir hikâyeyle sonuçlanacaktı. Kimseyi üzmemek adına, ayrımcılığı ve sorunları dikkatlice kenara itmiş bir hikâye. Süzgeçten geçirilmiş, güvenli ve tartışmaya kapalı bir hikâye. En önemlisi de sahte bir sese sahip bir hikâye olacaktı.” cümleleri sanıyorum ki her birimiz için güçlendirici noktalar içeriyor. Hani bazen sorar ya insan "bu romanı kimler okumalı" diye! Cevap basit; etnik köken, yaş, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin insan türünün her bir üyesi okuyabilir.
Gelin hep beraber karakterlerin dünyalarında bir yolculuğa çıkalım!
İsra henüz 17 yaşındayken, Filistin asıllı, Amerika’da yaşayan bir ailenin, onu istemeye geldiği 1990 baharında Birzeit, Batı Şeria’dayız. Sevilmeyi itaat etmek olarak öğrenmiş İsra her ne kadar ailesine, içinden arada sırada karşı çıksa da bunu dile getiremez. Öte yandan kitapları aracılığıyla gizli gizli bir isyan başlatmıştır. İsra sevilmek istiyordur ve bildiği tek sevgi bir erkeğin onu sevmesidir. Binbir Gece Masalları’ndan öğrenmiştir bunu. Brooklyn’de yaşayan ve şarküteri sahibi olan Adem ile İsra'nın hemen evlendirilmesi, İsra’nın tüm dünyası olan evden Amerika’ya yolculuğu, onun için hem heyecanlı hem de umut doludur. Eğer yeterince çabalarsa Adem’in sevgisini kazanabileceğine inanıyordur. İlk kırılma Adem’in ailesiyle yaşadığı evde, yatak odalarının, penceresi bile olmayan bir bodrum katında olmasıdır. Mekanın tasarımını karakterlerin içsel dönüşümü ile eşleştiren romanda, İsra’nın bodruma inmesiyle, onu yavaş yavaş çürütecek karanlığına indiğini de seziyoruz. Bodrumların hissiyatını bilirsiniz. Ortada gözükmemesi gereken şeylerin depolandığı, nadiren bakım yapılan bir alan; tıpkı 4 kız çocuk doğuracak olan İsra gibi. Her bir çocuğuyla eşinin ve ailesinin onu daha da hor gördüğü bir durum. "Belva" yani "bir bela daha doğurdu" diyordu her seferinde kayınvalidesi Feride. Kendisi için değiştiremeyeceği şeyler olduğunu anladığında, çocukları için bir şeyler yapmak istemesi İsra’nın tekdüze giden gündeliğini hareketlendiren bir noktaydı.
Yıl 2018, Brooklyn’deyiz. Deya; İsra’nın en büyük kızı. Tek istediği üniversiteye devam edebilmek. Ancak babaannesi ve dedesi görevini geciktirmemesi gerektiğini onu söylüyor. Görev: evlilik, çocuk, aile... Kardeşlerinin en büyüğü olan Deya annesinin ve babasının ilişkisinin anlatılanlar gibi olmadığını anımsıyor. Annesinin çığlıkları, ağlamaları, gün boyu sessizce durması ve giderek mutsuzlaşması… Hafızasındakilerin peşine düşüp saklananları ortaya çıkarmak isteyen Deya’yı, roman boyunca ona öğretilen kültürü, İslami bir eğitimin verildiği kız okulunu, evliliği, aileyi, kendini sorgularken buluyoruz. Kitaplar Deya’nın en büyük destekçileri, tıpkı annesinin olduğu gibi. Evet, bir şey de değişti. Deya artık babaannesi Feride gibi hiç görmediği bir adamla evlenmek zorunda değildi. Eve gelen görücüler ve kızın ailesi, gençlerin birbiri ile mutfakta konuşabilmesini - birbirlerini birkaç görüşme ile tanıma durumlarını - artık kabul eder olmuşlardı. Peki ya ondan, annesinden, babaannesinden ve diğer büyüklerinden beklenen kalıplaşmış öbek; evlilik, çocuk, aile üçlüsü ne olacaktı?
Feride; Filistin’de kamplarda büyüyen, sonrasında orada ona nasip eylenen kocası ile Amerika’ya göç eden, Deya’nın babaannesi, İsra’nın kayınvalidesi olan ve Amerikan kültürünün, kendi kültürlerine zarar vereceğinden çok korkan bir kadın. Korkularıyla kendine bir kafes inşa ederek, ailenin bir arada kalması için çabalayan Feride’nin romandaki şu sözleri “kimsenin görmemesi gereken şeyler vardır. Ortaya dökmemen gereken şeyler. Ben senin yaşındayken utancımı kimsenin görmesine izin vermezdim” karakterin dişilden erile dönüşümünü çok iyi vurguluyor. Feride biyolojik bir kadın ancak eril düzen onu öylesine sarsmış ki, o da ona verilen rol neyse ona sıkıca sarılıp, erilin savunucusu olmaya meyletmiş.
Bir de Sarah var. Deya’nın halası, Feride’nin kızı, İsra’nın görümcesi. Onun da kitaplarla çevrili bir dünyası var. Biraz da bundan dolayı İsra ile kız kardeş gibiler, birbirlerine sessizce arka çıkan bu iki kadının yolları, evlendirilmek istenen Sarah’nın evden kaçmasıyla ayrılıyor. Sarah hem çalışıp, hem de üniversiteyi bitiriyor. İşlettiği kitap evinin - Books and Beans - kartviziti ile romana giriş yaparken, Sarah karakterinde Etaf Rum’un hayatından hangi parçalar var diye merak ediyorum. Neden derseniz Books and Beans isimli kitapçı gerçek hayatta Etaf Rum’un işlettiği bir kitapçı.
“Kadının Sesi Yok”; sürükleyici, gerçekçi, cesaretli ve samimi bir roman... Bir çırpıda okuyabilirsiniz ya da yaşamınızın size getirdiği kendi temponuzla eşlersiniz, orası size kalmış. Ben romanı elinden bırakmadan okuyanlardan biri olarak kapağını kapadığımda, “Kurgu nerede başlar? Kurgulanmış hayatlar nerede başladı? Peki, biz kendimizi nasıl kurguluyoruz” sorularını sormadan edemedim.
Unutmadan, romanda edebiyat tarihine yapılan göndermeleri es geçmek olmaz. Sarı Duvar Kağıdı, Sırça Fanus, Damızlık Kızın Öyküsü, Maya Angelou, Audre Lorde ve nicesine selamlar!