Eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 'Ahlaksızlığın kurumsallaşması' başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Cumhuriyet'e yazan Kılıçdaroğlu, "Devlet halkına hizmet eden bir devlet olmaktan çıkmış, büyük ölçüde bir avuç haramzadeye hizmet eden kuruma dönüşmüştür" ifadelerini kullandı.
"Ahlaksızların ahlak bekçiliğine soyunmalarına izin vermeyeceğiz" diyen Kılıçdaroğlu'nun yazısı şöyle:
"Bir grup siyasetçi, tarihçi, sosyolog ve felsefeciyle konuşuyoruz. Doğal olarak Türkiye’yi ve insanımızı konuşuyoruz. Şunları söyledim hocalarıma: Yoksulluk giderek artıyor. Ahlak ve adalet konusunda en duyarlı kesim olan “orta sınıf” kan kaybediyor. Yoksulluk sınırının altında yaşayan milyonlar var. Anneler, babalar, çocuklar, engelliler... Binlerce aile pazar artıklarından ya da yakınlarının desteğiyle hayatlarını sürdürebiliyor.
Bu durum yoksulluğun yaygınlaşmasına ve normalleşmesine yol açıyor. İktidarın da politikalarıyla insanımız yoksulluğu artık “kader” olarak algılamaya başlıyor. “Ben niçin yoksulum” sorusunu sormak akıllarına dahi gelmiyor... Daha acı olanı ise bu soruyu sorması gereken ve işçilerin haklarını savunacak sendikaların yozlaşmış sisteme adeta entegre olmaları... İşçiler sendikalarını aşarak hak aramaya başladıklarında ise önlerine polis engeli çıkıyor. Seslerini duyuramıyorlar. Sadece sendikalarını değiştirdikleri için işten atılan Şanlıurfa’daki Özak Tekstil işçileri bunun tipik örneğidir.
Yoksulluğun kader olarak algılanması “hak arama” talebini gölgeliyor. “Fakir hep fakir kalır” kabulü yaygınlaşıp içselleştiriliyor. Yoksulluk derinleşip yaygınlaştıkça yardıma muhtaç milyonlara Erdoğan’ın denetimindeki tek kişilik Saray hükümeti gıdım gıdım “yardım” yapmaya başlıyor. Ve yoksullar, yardımı devletin değil, Erdoğan’ın yaptığını zannediyorlar. Çünkü devletin tüm birimleri bu yardımı Erdoğan’ın yaptığını dillendiriyor. Böylece 5’li çetelere, tefecilere hizmet ederek yoksulluğu derinleştiren iktidar, yoksulları adeta kendi iktidarının güvencesi haline getiriyor. Bu insani ve ahlaki bir tutum değil.
Evet, bu insani ve ahlaki bir tutum değil... Ama Bertolt Brecht şöyle diyor... “Önce ekmek, sonra ahlak...” Aç insanın önceliği geçmişte de ahlak değildi, günümüzde ahlak değil... Açlığın yoksulluğun derinleştiği toplumların birinci önceliği doğal olarak, geçinmek, karın doyurmaktır. “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin” özdeyişinin özünde de açlığın bir kişi, aile ve toplum için tehlikeli boyutlarına vurgu yapılmıştır. Dolayısıyla sosyal devlet, adalet ve ahlak kavramlarını hem geniş kitlelerin içselleştirmesini sağlamak hem de devletle yurttaş arasındaki güveni oluşturmak için aç ve açıkta vatandaş bırakmamak durumundadır. Ancak bir devlet, halkın devleti olmaktan çıkıp bir parti devletine dönüşmüşse ve o parti de tek kişinin egemenliğinde olup tek kişinin denetimine tabi ise ahlaktan ve adaletten söz edemezsiniz.
Nitekim bugün geldiğimiz nokta da maalesef budur. Devlet halkına hizmet eden bir devlet olmaktan çıkmış, büyük ölçüde bir avuç haramzadeye hizmet eden kuruma dönüşmüştür.
Bunun içindir ki ahlaki kuralların temelden sarsıldığı, adalete duyulması gereken güvenin giderek kaybolduğu bir süreci yaşıyoruz. Kaldı ki bunu sadece politikacılar olarak bizler söylemiyoruz. Bunu yetkililer de ifade ediyorlar. Ayrıca sokaktaki vatandaşa “Türkiye’de adalet var mı? Yargıya güveniyor musunuz?” diye sorduğunuzda acı gerçeği sade vatandaştan da öğrenebilirsiniz.
Devleti şirketmiş gibi yöneten politikacılar, doğal olarak (!) devletten nemalanmayı önce ailelerinden ve yakın çevrelerinden başlatırlar. Yakın çevrelerini devletin her türlü olanaklarından (göstermelik ihalelerle büyük işlerin verilmesi gibi) yararlandırırlar. Bu olanak devleti yöneten aileye büyük para ve hediyelerin gelmesinin kapısını açar. Kuşkusuz bu kirli işleri birilerinin ahlak adına (!) savunması gerekiyor. Bunu da oluşturdukları ve kiralık kalemlerin yer aldığı “havuz medyası” üstlenir. Böylece devlet yönetiminde ahlaksızlığın da savunuculuğunu yapan medya oluşturulur.
Kuşkusuz ahlaksızlık sadece bunlarla da sınırlı kalmaz. Ahlaksızlığı devlet yönetiminde egemen kılan anlayış kendisini ve yakın çevresini de güvence altına almak ister. 5’li çetelere büyük mali olanaklar sağlamakla birlikte, yandaşlara yargıda, yargı dışında devlet katında önemli makamlar da ikram (!) edilir. Örneğin, Yargıtay üyeliğini küçümseyen, beğenmeyen, torpille Anayasa Mahkemesi üyeliğine atanır. Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamayanlar, Yargıtay üyesi yapılır. Hatta bazen o kadar ileri gidilir ki “rüşvet aldığı bilinen” kişiler “büyükelçi” atanır.
Aslında bu örnekler bile ahlaksızlığın devlet katında ulaştığı boyutu göstermesi açısından önemlidir. Tabiidir ki bu rüşvetçi büyükelçilerin Türkiye’nin sırlarını para karşılında satmayacağını kimse garanti edemez. Hiç kimse şunu unutmamalı, liyakatin yok edildiği bir devlet yönetiminde ahlaksızlığın egemen olması kaçınılmazdır. Arzu edenler, Prof. Dr. Ahmet Mumcu’nun “Osmanlı Devletinde Rüşvet” kitabını okuyabilirler.
Ahlaki değerlerin bu denli ayaklar altına alındığı bir süreç Cumhuriyet döneminde hiç yaşanmadı. İlk kez yaşanıyor. Devletin adeta bütün kurumları ahlaki zafiyetle karşı karşıya... Toplumumuzu toplum yapan değerlerin içi bilerek, isteyerek; planlı bir şekilde boşaltıldı. Ve ülkemizde ahlaksızlık ne yazık ki kurumsallaştırıldı. Devleti yöneten kişinin TBMM’de “namusu ve şerefi üzerine” ettiği yemine sadık kalmaması ahlaksızlığın ulaştığı zirveyi göstermesi açısından sorgulamamız gereken bir olaydır. Daha acı olanı ise bu olayın özellikle bazı “İslami çevrelerde (!)” kabul görmesidir. Oysa sevgili peygamberimiz “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” der. Çıkarın; inancın ve ahlakın önüne geçtiği acımasız bir dönemi yaşıyoruz... O kadar ki Gazi Meclis’imiz bile, ahlaksızlığı aklayan bir ibra organına dönüştürüldü. Kuşkusuz ahlaki değerlerde çürüme, birden bire ortaya çıkmadı. Saray’daki “tek kişilik hükümet” 20 yılı aşkın iktidarında toplumun ahlaki değerlerini aşama aşama çürüttü. Yapılanların doğru olduğuna yönelik propaganda bugünkü acı tablonun ortaya çıkmasına yol açtı. Daha acı olanı ise ahlaki çürümenin din – inanç kullanılarak meşrulaştırılmasıydı. Böylece ahlaksızlığı kurumlaştırmanın da yolu açılıyordu. Örneğin iktidar için sahte videolar yapmak normaldi. Seçmene yalan söylemek normaldi... Halktan alınan verginin hesabını halka vermemek normaldi... Savurganlık; bırakın ayıp olmayı, itibar için gerekliydi ve normaldi. Bırakın yasaları, anayasayı bile uygulamamak normaldi. Milyonlar ekmeğinin derdine düşürülürken Saray’a sadakat ve suça ortaklık normaldi. Rüşvet alanların, yolsuzluk yapanların, yasadışı gelir elde edenlerin, uyuşturucu baronlarının, 5’li çetelerin her türlü ahlaksızlığı yapanların iktidar katında itibar görmesi normaldi...
Ahlaksızlık o boyutlara ulaştı ki devleti yöneten kişi “Yerel seçimlerde bize oy vermezseniz size hizmet gelmez” deme cüretini dahi gösterdi. Bu ve benzeri yüzlerce örnek gösterilebilir. Tüm bu söylemler ve eylemler ahlaksızlığın normalleşmesini aşama aşama toplumun belleğine yerleştirdi. Goebbels’in bile elinde olmayan propaganda araçlarıyla toplum duyarsızlaştırıldı... Devleti yönetenlerin bu sürece öncülük etmeleri ise ahlaksızlığın kurumsallaşmasına yol açtı. Yoksulluk arttıkça, insanlar geçim derdine düştükçe, orta sınıf eridikçe, yoksula ekmek “hak” olarak değil, “lütuf” mantığıyla verildikçe toplum ahlaki bir çürüme ile karşı karşıya kaldı...
Oysa Ebu Zer el Gifari, “Geceyi aç geçirip de kılıcına davranmayanın aklından şüphe ederim” diyor.
Yani “hak arama” kavramını öne çıkarıyor. Saray iktidarıyla masaya oturan sendikacılara bakın, işçinin hakkını alın terini değil, adeta devleti soyduranların, soyanların çıkarlarını savunur bir pozisyon alıyorlar... Kaldı ki işçi sendikaları sadece çalışanların haklarını savunmakla da sorumlu değiller. Bu sendikalar, demokratik, laik, sosyal hukuk devletini de savunmak zorundadırlar. Ama üzülerek ifade edeyim ki bugün için bu sendikalar bu bilinçten oldukça uzaktırlar. Sadece bazı sendikalar mı? Kuşkusuz hayır, Saray iktidarına yakın bazı sözde sivil toplum örgütleri, medya kuruluşları da (!) (havuz medyası) kurumlaşan ahlaksızlığa kol kanat geriyorlar. Pazar artıklarından, çöp kutularından yiyecek toplayan on binler onları hiç ilgilendirmiyor. Ama ben yine de Nâzım’ın şiirinden bir bölümü bu yazıya almak isterim.
“Açlık ordusu yürüyor/ yürüyor ekmeksizleri ekmeğe doyurmak için/ hürriyetsizleri hürriyete doyurmak için açlık ordusu yürüyor/ yürüyor ayakları kan içinde.”
Bir haber (31.12.2023 medya) hepimizi derinden üzdü... Zihinsel engelli kızını öldürdükten sonra intihar eden baba tarafından yazılan mektup, olayın ardındaki trajik hikâyeye ışık tuttu. Baba, mektubunda, “Eğer ölürsem, kızıma kim bakacak? Ortada kalır. Hakkınızı helal edin” ifadelerini kullanarak kızını öldürüp sonra intihar etti... Bu çaresizliği yaratan ve 22 yıldır iktidarda olan Erdoğan acaba bir vicdani ve ahlaki sorgulama yaptı mı? Yaptığını hiç sanmıyorum... Erdoğan, devleti “sosyal devlet” olmaktan çıkarıp üst gelir gruplarına, faizcilere, tefecilere, 5’li çetelere, uyuşturucu baronlarına hizmet eden ve milyonları fakirliğe mahkûm eden politikanın sorumlusudur.
Sosyal devleti temelden sarsan, anayasayı askıya alan, hak arama taleplerini şiddet kullanarak baskılayan bir yönetim, doğal olarak ahlaksızlığın kurumsallaşmasına zemin hazırlarlar... Açıkça söylemek gerekiyorsa, evrensel ahlaki kuralların bile göz ardı edildiği bir devlette çürüme başlar ve ahlaksızlık kurumlaşır.
Biliyorum bazı okuyucular bu kadar sert bir tanımlama yapmayı doğru bulmayabilirler. Ama şunu asla unutmayalım. Bir kamu bankası yöneticisi tasarrufunu bankaya yatırmayıp da evde ayakkabı kutusunda tutuyorsa, bu hayatın olağan akışına aykırıdır ve bunun rüşvet olduğu bellidir. Peki, acı olan ne? Bu rüşvetçinin önce yargıda aklanması (!) ve daha sonra rüşvet parasına devletin ayrıca faiz ödemesidir. Üstelik mahkeme kararıyla... Böyle bir ahlaksızlık dünyanın hiçbir ülkesinde yaşanmamıştır. Ama bizde yaşandı... Çünkü ahlaksızlık kurumlaştı...
Gelecekten umutsuz muyuz? Elbette ki hayır. Bu toprakların gördüğü en büyük devlet adamı, devletimizin ve Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi; “Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim.” Evet, bizler adaletin ve ahlakın egemen olduğu bir Türkiye için mücadelemizi kararlılıkla sürdüreceğiz. Adaleti, ahlakı ve erdemi egemen kılıncaya kadar... Özetle; ahlaksızların ahlak bekçiliğine soyunmalarına izin vermeyeceğiz."