BIST 100 9.368 DOLAR 34,52 EURO 36,18 ALTIN 2.965,07
8° İstanbul
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyon
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkari
  • Hatay
  • Isparta
  • İçel
  • İstanbul
  • İzmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce

Ali Kıran Baş Kesen

Eski neslin çok kullandığı popüler bir tabirdi bu.

Efelik, eşkıyalık, magandalık, serserilik, kural tanımazlık, önüne gelene bulaşma, dalaşma, hır çıkarma, yasadışı yollarla önüne geleni devirip iş görme yüzsüzlüğünü ve edepsizliğini kendine hak görme anlamında kullanılırdı.

“Ali kıran baş kesen misin kardeşim?” derlerdi böyle davranıp terör estirmeye çalışanlara. Yani kontrolden çıkmış magandalara.

Bugünlerde olup bitenlere baktıkça ve haber bültenlerinde izledikçe, hep bu tabiri hatırlıyorum.

Aslında şaşırmıyoruz tabii. Sürpriz olmuyor hiçbiri.

Çünkü, en yüksek yargı merciinin, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını bile (af buyrun) “takmayan” bir anlayıştan söz ediyoruz. Anayasa Mahkemesi kararlarının bile “alt derece, birinci derece” mahkemeler tarafından uygulanmamasına, bir değil birkaç kez tanık olmadık mı? Danıştay kararlarına Yargıtay kararlarına rağmen, “yürütme”nin bu kararlara taban tabana zıt icraatı, sıradan hale gelmedi mi?

Yasaların en temel hükümlerine, yargılama usûl ve esaslarına, savunma hakkının kutsallığına, masumiyet karinesine, delilden sanığa gidilmesi ilkesine aykırı yargılamalar “sıradan” hale getirilmedi mi? Adeta “önce as sonra yargıla” anlayışı ile hareket eden, bir dönemin sıkıyönetim mahkemelerine, DGM’lere bile rahmet okutan mahkemeler artık “norm” sayılır hale gelmedi mi?

2008’lerde başlayan ve aradan geçen 11-12 yıldır giderek adeta “kökleşen” kumpas yargısı, hayatın her alanına hakim olmadı mı? KHK düzeni ile, hukuk ayaklar altına alınmadı mı? Hatta ve hatta darbe girişimi bahane edilerek, sözüm ona darbecilerin cezalandırılmasını amaçlayan bir iklim yaratmak adına, bütün toplum birlikte bu hukuksuzluğun kurbanı haline getirilmedi mi?

Şimdi bütün bu “Ali Kıran Baş kesen” anlayışının adeta “Level atladığı” günlere girmiş gibi görünüyoruz.

Mahkeme kararlarının, en basit işlemlerle ilgili mahkeme kararlarının bile uygulanmasına, “idare”nin tasarrufu ile mani olunmakta.

Adalar’da yaşanan son olay, bunun en çarpıcı, en utanmazca, en kepaze ve en utanç verici örneği.

Gücünü bizzat, yürütmenin “en tepesinden” alan, hatta “yürütmenin en tepesi ile kan bağı”nı, hukuksuz iş görebilme ehliyeti olarak kullanan bir vakıf, mahkeme kararlarına rağmen aylardır zorla işgal ettiği bir binadan “çıkmam” diyor. Evet, “çıkmıyorum” diye diretiyor. Normalde, herhangi bir mülk ya da mekânarazi vb. bu yolla işgal edildiğinde ne yapılır? Avukatınızı alır gidersiniz. Bir direnişle karşılaştığınızda da devletin polisi sizinle birlikte gelir ve bu direnişi “etkisiz hale” getirerek, mahkeme kararının uygulanmasını sağlar.

Ama, dedik ya. Rejim artık “Ali kıran baş kesen rejimi” haline dönüşünce, “Burası benim babamın memleketi. Mülk de babamın mülkü sayılır. Ben de buradan çıkmam” diyebilen utanmaz anlayış, mahkeme kararına “Polisin de desteği” ile direnebiliyor.

“Şahsımın oğlunun vakfı”, bizzat yasaları uygulaması, mahkeme kararlarını yürürlüğe koyması gereken polis tarafından işgale devam edebiliyor. Adalar örneğinde “Kaymakam” yani “Şahsım rejiminin kaymakamı” gibi davranan mülki amir, mahkeme kararının üzerinde bir konumda hareket ederek, “Uygulatmam” diyebiliyor.

Mülkün sahibi ise, o kaymakamın, ya da emniyet müdürünün emri ile tekme tokat dövülerek, “kendisine ait mülke” sokulmuyor.

Bu, artık adli bir olay olmaktan ziyade bir rejim meselesidir.

Çünkü, “rejimin en tepesi” iğneden ipliğe, en basitinden en karmaşık mevzuya kadar, ülkenin bütün işlerini bu hale döndürme eğiliminde görünmektedir.

Ve en tehlikelisi de nedir, biliyor musunuz?

Yarın öbür gün, seçim yapılıp sandıktan aleyhlerine bir sonuç çıktığında olabileceklerin habercisidir.

“Kaybettim ama gitmiyorum” diyebilme potansiyelini ortaya koymaktadır. Öyle ya… Bugün “mahkemeyi kaybettim ama mülkten çıkmam” diyen bir irade, yarın “kaybettim ama anahtarları-mührü teslim etmem” demez mi?

Garantisi var mı?

İşin en vahim yanı da budur.

Hukukun ihlali namus gibidir. Kişisel namustan bir kez feragat edildiğinde, daha “büyük ayıplar”ın da artık görece hale gelmesi söz konusudur. Bir devletin namusu da “hukuk sistemidir”. Bir kez “delindi mi”, artık telâfisi çok zordur. Yani “Bi kerecikten bişey olmaz” denilemez.

Allah beterinden saklasın.

Sonumuzu hayreylesin..

Bu çizgiye gelmiş bulunmaktayız.

Herkesin aklını başına devrişip, “Ne yapıyoruz yahu? Ali kıran baş kesen rejimine mi döndü bu memleket” diye kendini ve yaptıklarını sorgulama zamanıdır.

Vakit geç olmadan aklı selim zamanıdır.

Eşkıya dünyaya hükümdar olmamalıdır.