Yıllar önce bir röportajda, olağanüstü yetenekleri, mükemmel “bileği”, tüm dünyaya parmak ısırtacak futbol zekâsı ve daha 20 yaşına bile varmadan herkesin dikkatini çeken “Dünya Yıldızı” kumaşı hatırlatılıp, “Ama koşmuyorsun…” dendiğinde verdiğin cevap, bugün aldığın kararı çok iyi anlatıyor:
“Abi, çok koşunca yoruluyorum ya...”
Bu kadar da çabuk yorulmasaydın be çocuk. Seni 10 yaşından beri, hattâ bu takımda forma giymediğin yıllarda bile bağrına basan bu tribüne daha çok vereceğin vardı senin.
Evet, gelir gelmez kolları sıvadın ve bu takıma geçen sezon 2 tertemiz kupa kazandırdın. Herkese “Helal olsun” dedirttin. Taraflı tarafsız, futbolun içinde veya kıyısında – köşesinde herkes, “tarihi bir başarı” diye nitelendirdi bu görkemli performansı.
Ama sana bağlanan ümitleri, bir tek sen kendin küçümsedin herhalde. Daha kazanılacak çok şampiyonluklar, Türkiye’de ve Avrupa’da maç sonlarında keyifle, gurur va kıvançla “çektireceğin çok üçlükler” vardı.
Dört Büyükler olarak adlandırılan Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray ve Trabzonspor’un formalarının dördünü de giyen ender yeteneklerden biriydin. Milli takımda çok önemli zaferler kazanan kadroların bir parçasıydın. Teknik direktörlük kariyerinde de, Anadolu takımlarına şampiyonluklar olmasa da önemli başarılar kazandırarak, “her bir sezon değil, her bir maç, üzerine koya koya” geldin kendi yuvana.
Tribünler, uzun yıllar yurtdışında yaşamış bir evladını havaalanında karşılayan bir ana, bir baba gibi bağrına bastı seni, gözyaşlarıyla. Ve (Allah için) o gözyaşlarının hakkını verdin. Derbilerde, rakiplerinin korkulu rüyası oldun iki sezondur. Çok kritik bir Süperlig Şampiyonluğu ve üzerine bir de Türkiye kupası armağan ettin, “doğup büyüdüğün” camiaya.
Maç önü ve maç sonu röportajlarında ağırbaşlı ve bilge sözlerinle durumu, pozisyonları, maçı ve sezonu iyi okuyan sözlerinle gururlandırdın bizi. Zaman zaman hakemlerle gereğinden fazla (yerden göğe haklı olsan da) uğraşmanı bile hoş gördük, o bilge duruşunun hatırına.
Ama, Şampiyonlar Ligi öncesinde adeta “bugünkü hezimet tablosunu (6 maç 0 puan yenilen 19 gol) en baştan kabullenir ve (maalesef) bu tabloya sebep olur tarzda” açıklamalarını ise yadırgadık. “Aynı seviyede değiliz” diyerek en baştan havlu atmanı bir türlü yakıştıramadık sana. Geçmişte de, Avrupa’nın devleri arasındaki pek çok ekiple başa baş mücadele eden bu takım, bu kulüp, elbetteki oyuncu kalitesi, kondisyon, teknik, sürat, dayanıklılık ve imkanlar açısından o takımlardan ileride değildi. Ama en azından mücadele azmini en baştan yitirmemiş, hatta bir sezon namağlup lider olarak çıkmıştı o ligin grubundan. Yani kulübün tarihine bir haksızlık yaptın o anlamda.
Yine de, hem ligde hem Avrupa’da şanssızlıkların peşini bırakmaması, sakatlıkların elini kolunu bağlaması yüzsuyu hürmetine, çok alınganlık etmedik. Umudumuzu yitirmedik seninle ilgili. “Sergen bir yolunu bulur ayağa kalkar ve kaldırır” dedik.
Şahsen, “Bu çocuğun kredisi daha cömert olmalı. Bence birkaç yıl daha sabredip ondan belki de bir Sir Alex çıkarmayı hayal etmeli bu kulüp” dedim eş – dost sohbetlerinde.
Sana o kadar büyük bir sempatim ve hayranlığım vardı ki bir taraftar olarak, 1 Ekim 2003 günü, senin 2 golünle Chelsea’yi Stamford Bridge’de (oradaydım) 2-0 yendiğimiz maç sonrası Londra’dan muhabir olarak geçtiğim bir yazıya “Sir Gen” başlığını atıp şunları yazmıştım:
“…. Bir gün önce antrenmanda yanıma gelen İngiliz spor yazarlarına, ‘Bu çocuğa dikkat edin. İyi izleyin’ demiştim. Ertesi gün 2’nci golden sonra yanıma gelen aynı İngiliz meslektaşlar, endişe içinde (bir hafta sonraki İngiltere – Türkiye Milli maçını kastederek) ‘Bu Sörgen (Sir Gen) bize karşı kadroda olacak mı sence?’ diye sordular. Gururla. ‘Sizin için üzgünüm. Büyük bir ihtimalle oynar’ demiştim….”
Muhabirlik ve yazarlık yaşamım boyunca, konuştuğum tanıştığım (yakın arkadaşım olanlar hariç) ve bir samimiyetim olmayan, siyasetçi, sanatçı, sporcu neredeyse hiç kimse ile “Yanyana bir fotoğraf çektirebilir miyiz?” demişliğim yoktur, sevmem öyle işleri Sergen.
Seninle geçen sene İnönü Stadı basın odasında çektirdiğim selfie için ise hiç pişmanlık duymadım. Asla da duymayacağım. Gururla saklayacağım.
(Sergen Yalçın- Zafer Arapkirli 8 Şubat 2020)
Keşke acele etmeseydin be çocuk.
Keşke iyice oturup hesap yapsaydın.
Biliyorum. Yoruldun. Çabuk yoruluyorsun.
“Abi çok koşunca yoruluyorum” lafının içini doldurdun yine.
Ama, bizde kredin tükenmedi. Onu bil sevgili kardeşim. O tarihi maçtan kalan, “Sergen attı şampiyonluk geldi” cümlesini, hayatımızın en önemli ve en unutulmaz sloganlarından biri olarak beyinlerimize ve yüreklerimize kazımış birisin sen.
Şimdi her ne yapmayı istiyorsan yolun açık olsun.
Ama bil ki, bu hesap burada kapanmadı.
Senden hâlâ alacağımız var.
Sevgili babacığına, sende olağanüstü büyük emekleri olan Serpil Hamdi Tüzün hocaya, Adnan Dinçer Hoca’ya, Gordon Milne’e de borcun var daha.
1982’den beri bize yaşattıkların için teşekkürler, Beşiktaş’ın sevimli ve haylaz ve “koşmayı pek sevmeyen” çocuğu Sergen.